Mehmet Nuri PARMAKSIZ
Şair - Yazar - İLESAM Genel Başkanı
ANA SAYFA
HAKKIMDA
ÖZGEÇMİŞ
BIOGRAPHY
ESERLERİ
KİTAPLAR
Dinle Kuşların Sesini
Türk Birliğinin Mümkün Yolları
Karanlıkta Bir Işık (A Light in the Darkness)
Şiir-Kültür ve Edebiyata Dâir Denemeler
Süveyda'ya Mektuplar
Kelebek Ömrü
Mahşerin Esrarı
Mahşerin Galibi
Sükûtun Kalbinde
Aşkın Kıyametinde...
Hasretin Narında...
Bencileyin Sözler
Bencileyin Sözler II
Türk Edebiyatında Ağıt Yakma Geleneği
Mahşere Dek
Hasretin Gizi
Hasret, Aşk ve Sükût
Güzide Taranoğlu'nun Yayımlanmamış Mektupları
Gülpınar Dergisi (İnceleme-İndeks)
Eşqde Mecnun Ağlı
Türkiye'de ve Dünyada Telif Hakları
Mogan Şiir Akşamları 2008
Mogan Şiir Akşamları
Anne Konulu Şiirlerden Şeçmeler
ETKİNLİKLER
E-KARTLAR
MEDYA
RESİM GALERİSİ
VİDEO GALERİSİ
İLETİŞİM
Attila İlhan'la Cafer Vayni'nin röportajı
/
BİRİKİM AĞACI
Attila İlhan'la Cafer Vayni'nin röportajı
ATTİLÂ İLHAN’LA CAFER VAYNİ’NİN YAPTIĞI RÖPORTAJI İLK DEFA BİZ YAYIMLIYORUZ
Attilâ İlhan Türk düşünce ve sanat hayatının çok önemli simâlarından birisi olup toplumumuzda büyük bir etki gücüne sahip olmuştur. Değerli arkadaşımız, sosyolog Cafer Vayni, Attilâ İlhan ile 12 Ağustos 1997 tarihinde yaptığı ve bugüne kadar hiçbir yerde yayımlatmadığı röportajı Sanatalemi.Net okuyucuları için hazırladı ve bize gönderdi. Fikir, siyaset, sanat, edebiyat ve basın dünyamıza yeni açılımlar getireceğini umduğumuz röportajı sevinçle yayımlıyoruz. İnanıyoruz ki bu röportajı okuyanlar, Attilâ İlhan’ı daha iyi ve yakından tanıyacak, hakkında daha isabetli hükümler verecek ve düşünceleriyle ilgili olarak daha doğru değerlendirmeler yapacaklardır.
ATTİLÂ İLHAN’LA ZAMAN İÇİNDE BİR YOLCULUK
CAFER VAYNİ
(SOSYOLOG)
TAKDİM:
Attilâ İlhan Türk düşünce hayatının en önemli şahsiyetlerinden biriydi. Vefatıyla birlikte oluşacak boşluğun hiçbir biçimde doldurulacağını tahmin etmiyorum. Kuşkusuz, Türk düşünce hayatı hep var olacaktır ama burada Attilâ İlhan gibi çok yönlü bir entelektüel hiçbir zaman olmayacaktır.
Benim kendisiyle hukukum o sıralar İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde hazırladığım yüksek lisans tezimden dolayı başladı. Tez olarak Gerçek gazetesini ve dolayısıyla Türkiye Sosyalist Partisini çalışıyordum. Daha somut bir ifade ile 1945–1950 arası sol düşünce tez konumdu. Bu noktada bütün irtibat kaynaklarım beni Attilâ İlhan’a yönlendiriyordu. Başta Metin Erksan olmak üzere, Orhan ve Adil Müstecabi, Ali Gevgilili, Ümit Meriç gibi hocalarımız onunla konuşmam gerektiğini söylüyorlardı. Ama nasıl görüşecektim..!
Çünkü kendimi olaya hazırlamak için yer yer konuyu bazı gazeteci, yazar ve akademisyen genç arkadaşlara açtığımda tamamıyla ön yargılı bir biçimde “Attilâ İlhan’ın benimle görüşmeyeceğini” söylüyorlardı. Bu karmaşık düşüncelerle ve daha çok ta Metin Erksan’ın “Caferciğim benim gönderdiğimi söyle, beni söylersen seninle görüşür.” sözünün verdiği güvenle onu aradım. Tele sekreteri çıktı. Mesajımı bıraktım. Ve şunu düşünmeye başladım. Okuduğum ve dinlediğim kadarıyla Attilâ İlhan ciddi bir adamdı. Ciddi adamlar ciddi konularla karşılarına çıkıldığında bunu mutlaka önemserlerdi. Nitekim öyle oldu.
Bir akşam evde otururken telefonum çaldı. Ahizeyi kaldırdım ve “efendim” dedim. Telefonun diğer ucundaki şahıs; “Cafer Bey’le mi görüşüyorum efendim” deyince ben kimin aradığını sordum. Attilâ İlhan olduğunu söyleyince evde yalnız olmama rağmen bir generalin karşısında esas duruşa geçen erat gibi hal aldığımı hep hatırlarım. O anda devamlı tebessüm halindeki yüzü, akustik ve didaktik ses tonu evin her tarafına sinmişti sanki…
Ona ana hatlarıyla konumu ve açmazlarımı anlattm Atillâ İlhan beni dinledikten sonra tezde iyi yol aldığımı ve kendisinin de bana yardımcı olacağını, hazır olduğum zamanda görüşmek için telefonla irtibata geçmemi söyledi.
Aradan biraz zaman geçtikten sonra kendisini tekrar aradım. Konuyu söyledim. Ben o sıralar Bilecik’te bulunduğumdan dolayı görüşme zamanını da benim görüşlerim doğrultusunda belirledi. 12 Ağustos 1997 Cumartesi günü devamlı görüşmelerini yaptığı Taksim’deki, The Marmara Oteli’nin alt katında bulunan Divan Pastanesi’nde Saat 10.30’da buluşmayı kararlaştırdık. Ona, bana ne kadar zaman ayırabileceklerini sorduğumda -ki ona göre hazırlıklarımı yapacaktım- bir buçuk saat olarak belirledi.
12 Ağustos 1997’de tam saat 10.30’da Divan Pastanesi’nde idim. Attilâ İlhan benden önce gelmişti. Ya da daha önce başka görüşmeleri vardı. Oturdum. Hoş-beşten sonra konuya girdim ve soruları kendisine uzattım. Soruları okudu ve önemsedi. Tam bir buçuk saat sonra 12.00’de söze noktayı koydu. Bu çalışmamız o günkü sohbetimizin deşifre edilmiş halidir.
Kendisiyle ilgili ilk değerlendirmem zamanı fevkalade mükemmel kullandığıdır. Daha sonra televizyon programlarında da onun konuşmalarına bu açıdan baktım. Ne olursa olsun tanıdığım insanların içinde zamanı en iyi kullanan kişinin Attilâ İlhan olduğu kanaatine vardım.
Onda ikinci yakaladığım husus ise geçmişteki dostluklarına hep sadık kalma düşüncesi idi. Beni bu açıdan önemsemişti. Çünkü benim tezimde hayatındaki ilk ciddi basın tecrübesi olan Gerçek gazetesi, propagandisti olduğu Türkiye Sosyalist Partisi, Çok sevdiği ve saydığı ve hayatları da fevkalade dramatik bir biçimde sonlanan dostları Hasan TANRIKUT ve Esat Adil MÜSTECABİ vardı. Kendisinin de aktif rol almaya başladığı dönemle ilgili (1945–1950 arası) tarihe not düşürme çabası kanaatimce onu da heyecanlandırmıştı. Bu nedenle hep onun bizi götürdüğü yere, yani “zaman içinde yolculuğa” bu defa gitmesine ben vesile oldum. Bu yolculuğu da ilk defa kamuoyu ile şimdi paylaşıyorum.
Onunla daha sonra da birkaç defa görüştüm. Sonuncusu iki yıl evvel TÜYAP kitap fuarındaydı. Bu sohbetimizde de yer yer değindiğimiz “Saadet Hepimize Mahsustur” isimli yayınlanan ilk romanının kendisinde de bulunmadığını Milli Eğitim Bakanlığı’nın dergilerinden birisinde ifade ediyordu. Bir kaç eksikle bu roman bende vardı. Kendisine bunu söylediğim zaman, daha da dikkatle bana yöneldi ve getirmemi rica etti. Ben de söz vermeme rağmen hâlâ ona “Saadet Hepimize Mahsustur”unu iade edemedim. Ne bileyim, bedeninin cansızlaşacağını belki de hiç düşünmemiştim.
Ruhu şad olsun…
CAFER VAYNİ: Sohbetimize ilk önce sizin de aktif olarak içinde bulunduğunuz Gerçek gazetesi ile başlamak istiyorum. Gazete de N. A., Partizan çok değişik imzalar/müstearlar var. Bunları tanır mıydınız? Gazete ile ilgili bilgiler verebilir misiniz?
ATTİLÂ İLHAN: Partizan imzasıyla Asım'ın (Bezirci) yazıları yayınlanırdı. Müstearlar kimlerdi hatırlayamıyorum. Emin Tanrıkut, Hasan'ın (Tanrıkut) müstearıydı sanıyorum. Enver Ebci terzidir. İşçi partisine geldi. Çok iyi çalıştı. Gerçek Gazetesinin de işçi ve sendika muhabiri oldu. Gerçek macerasından sonra partide kaldı. Sonra da çok uzun yıllar Babı Ali' de sendika muhabiri olarak çalıştı. İşçi çevresi Enver Ebci'yi tanır. Reşit Mentşoğlu gazetenin sahibi. Şükrü Kaya sendikacıydı.
Gerçek gazetesi son derece zor şartlar altında çıkan bir gazeteydi. Gazetenin mali külfetini Reşit Bey'le, (Menteşoğlu- Cemil MERİÇ’in kayın biraderi) Esat Adil Bey yüklenmişti. Reşit Bey daha fazlasını veriyordu. Çünkü Cadde Bostan plajının işletmecisiydi. Eşi de Sovyetler Birliği’nden aldığı bir kadındı herhalde. Ama tabi çok emin değilim. Biraz flu orası. Yalnız Reşit Bey'i çok iyi hatırlıyorum. Çok derli toplu bir adamdı. Sessizdi. Sadece Esat Bey'le konuşurdu. Reşit bey'i yönlendiren aslında, Esat Bey'di. Esat Bey aynı zamanda Türkiye Sosyalist Partisi'nin de başındaydı. Esat Bey'in yanı başında olan ve partide de onun arkasında olan Mustafa Börklüce idi. Mustafa Börklüce'nin Türkiye Komünist Hareketi içindeki ismi Sarı Mustafa'dır. Sarı Mustafa Türkiye Komünist Fırkası, Mustafa Suphi tarafından Rusya'da kurulurken onun yanında olan adamlardandır. Benim, O Karanlıkta Biz romanımı okursan orada onun ve partinin kuruluşu hakkında daha çok bilgi var. O roman aslında TKP'nin kuruluşunun hikâyesidir. O romanda, bu yeraltı dönemiyle ilgili hayli bilgi var.
Sarı Mustafa TKP'nin Kutuv'da (SSCB)de işçi Üniversitesinde eğitim görmüş militanlarındandı. İyi de Rusça bilirdi. Çünkü Sovyetlerde esir Osmanlı askeri olarak bulunurken Mustafa Suphi'ye iltihak etmiştir. Bu bakımdan sosyalizm hakkında
enteresan fikirleri olan bir adamdır. Esat Adil'in her zaman yanı başındaydı. Esat da onu ölünceye kadar himaye etmiştir. Çünkü Sarı Mustafa'nın bir işi yoktu. Hiç bir iş yapmazdı. O, solcuydu sadece.
Gazetede Sadık Alboran'da çalışırdı. Yanılmıyorsam Kanlıca'daydı. Kanlıca'dan gelirdi. Kanlıcada Alboran Restoran (şimdi) diye bir yer var. Belki, o restorandan onun izi izlenebilir. Sadık bey gazetenin ve partinin çalışanlarından birisiydi.
Orhan Müstecaplıoğlu vardı. Sağdır sanıyorum. Babıâli’de çalışıyordu. Esat Adil'in akrabasıydı. Daha çok grafik işlerini yapmakla görevliydi.
Bunlar parti adına gazeteyi çıkarmaya karar vermişler. Ben o sırada Avrupa'deki maceranın birinci safhasından Türkiye'ye dönmüş durumdaydım. Barışsever hareketi davası içerisindeydik. Babam o sıralar yanlış hatırlamıyorsam Burhaniye (Balıkesir) ilçesinde kaymakamdı. Ben bir süre Burhaniye'ye gittim. Burhaniye'de iken Barışsever hareketini tevkif ettiler, kapattılar. Birçokları tevkif edildiler. Ben kıl payı kurtuldum. Çünkü harekete girmek üzereydim. Burhaniye beni kurtardı. İstanbul'a dönüp geldikten sonra bir gün Pangaltı'daki Suna pastanesinde oturuyordum, Hasan Tanrıkut geldi. Bana, Gerçek’i çıkaracaklarını ve adama ihtiyacı olduklarını söyledi ve beni de oraya çağırdı. Ben de kalktım Hasan'la beraber gazeteye gittim. Gazete Vakit Yurdu’ndan çıkıyordu. Gazete için iki oda ve bir salon vermişlerdi. Ben gittim, orayı gördüm. Çok harap eski bir binaydı. Ve o küçük odada ilk defa Hasan Tanrıkut beni böyle benim gibi gazetede çalışmaya başlamak için gelmiş olan Asım Bezirci ile tanıştırdı. Asım'la orada tanıştım (1950'nin sonbaharı) Esat Bey'i zaten tanıyordum. Çünkü onlarla benim ilişkim bu olaydan önce başlamıştır.
Meşhur Tan olayı var. Tan olayından önce Türkiye'de hafif bir sola açılış hareketi başlamıştı. Bu hareket başladığı zaman Tan'ın yanında bir gazete daha çıktı: Yeni Dünya. Sabahattin Ali bu gazetenin gerisinde olanlardan birisiydi. O sıralarda Gün dergisi çıkıyordu. Ben Gün dergisine şiir göndermiştim. Benim gönderdiğim şiir dergide
çıkmıştı. Meğerse Gün dergisinin yazı işlerine Hasan Tanrıkut bakıyormuş. Şiiri de o yayınlamış. Böylelikle aramızda bir ülfet doğmuştu. Yani onlarla benim bir yakınlığım vardır.
Bilahare Gün dergisinde benim pek çok şiirim çıktı. Çünkü 4 Aralık olayından sonra bütün solcu neşriyat sustu. Herkes içeriye atılmıştı. Fakat aradan 4–5 ay geçtikten sonra -Esat Adil çok gözü kara bir adamdı- Gün dergisini yeniden çıkardılar ve o Gün dergisinde de ben yazdım. Çıktığı sürece.
İsmet Paşa'nın diktatörlüğü zamanında Türkiye'de sınıf esası üzerine neşriyat yapmak suçtu. 1946 yılında harp bitip de bizimkiler Batı ile beraber olmaya başlayınca demokrat olmak mecburiyetinde kaldılar. Çünkü Avrupa' da faşist olarak İspanya, Portekiz ve Türkiye kalmıştı. Türkiye'yi Amerikalılar Atlantik Paktı’na almıyorlardı. Hâlbuki biz Ruslardan korktuğumuz için girmek istiyorduk oraya. Bunu sağlamak amacıyla sınıf esasına göre dermek kurulması izni çıktı. Bu izin çıkınca sendika ve sosyalist parti kurma imkânı da belirdi. O sıralarda Tan gazetesi demokratik bir neşriyat yapıyordu. Tan gazetesinin neşriyatını yapanların arasında Esat Bey'de vardı. Tan gazetesi o zaman bütün sosyalist sol'un birleştiği gazeteydi. Tan hareketi büyümeye başlayınca onun yanında Yeni Dünya da çıktı. Yeni Dünya Mustafa Suphi Bey'in Sovyetler Birliğinde çıkardığı gazetenin adıdır. Fakat bunlara fırsat vermedi CHP. Ama kanun yürürlükte. Kanun kalkmamış, Esat Bey de avukat olduğu için cesur bir adamdı. Bir kaç ay sonra Gün'ü tekrar çıkardı. Bir şey yapamıyorlar Gün'e. Çünkü kanun müsaade ediyor. Bu yüzden Gün'de neşriyat yaptık biz uzun süre. Gün çok uzun
süre çıkmıştı. Gerçek gibi kısa çıkmamıştı. Yani Gün aşağı yukarı 3–4 sene çıkan bir dergidir. Ve Gerçek'in siyasi platformu aslında Gün'de oluştu. Gün dergisi aynı
zamanda TSP'nin de fikir platformunu oluşturmuştur. Onun için Gün önemli bir dergidir.
İşte, beni Hasan alıp, Babıâli'ye götürüp orada Esat Bey'le karşılaştırınca, Esat Bey bana; “Attilâ bize yardım et, bizim çok adama ihtiyacımız var çünkü Gerçek gazetesini günlük çıkaracağız, bunu tutturacağımıza inanıyorum." dedi. O zamanki aklıma rağmen -ki Fransa'dan henüz yeni gelmiştim- gazetenin şartlarını iyi görmedim. Para yok, insan yok, risk çok ama buna rağmen “peki" dedim. Bunun üzerine bir iş bölümü yapıldı. Herkese bir görev verildi. Ben yazı işlerinde görev aldım. Ben ve Asım yazı işlerinde çalışmaya başladık. Mahmut Erhan gibi hatırladığım bir adamdı yazı işleri müdürü. Mahmut Erhan sosyalist hareketten biri değildi. O profesyonel gazeteciydi. Gazeteci biri lâzımdı, yazı işlerini yönetecek diye. Herhalde işsizdi o sırada. O alınmıştı. O, yazı işleri müdürü olarak görünüyordu. Biz Asım'la birlikte gazetenin hemen hemen her işine koşturan kişiler halindeydik. Hasan Tanrıkut gazetede çalışıyordu. Bunun dışında Sadık Alboran yazılar verirdi, gelir-giderdi. Enver Ebcioğlu geldi sonradan. Orhan Müstecaplıoğlu grafikler ve resimler için gazeteye geldi. Bunlar esas kadroyu oluşturuyorlardı diyebilirim. Bunların dışında da fazla bir adamımız yoktu. Onun için çok değişik imzalar kullanılıyordu. Hep aynı imzalar görülmesin diye.
CAFER VAYNİ: Gazetede neşredilen Kadife Eldiven isimli roman bir zabıta romanı. Siyasi ve fikri bir gazetede böyle bir romana neden yer veriliyor?
ATTİLÂ İLHAN: Kadife Eldiven isimli zabıta romanı... O dönemde Tan gazetesi de böyle şeyler yayınlardı. Yani, okur böyle şeyleri sevdiği için gündelik gazeteler mutlaka böyle şeyler koyarlardı. Biz de o vesileyle koyduk. Bir de edebî roman gerekiyordu. Edebî roman o
sıralar kimsenin elinde bulunmuyordu. Yani birçoklarına soruldu. Yoktu. Benim elimde bir roman vardı. Fakat ben de söylemeye utanıyordum. Ben daha çok gencim o zamanlar. Esat Bey bana sonra dedi ki: “Sende roman yazıyorsun, biliyorum. Sende roman yok mu?” dedi. Ben de: “Saadet Hepimize Mahsustur diye bir romanım var, ben bunu bir hayli yazdım, fakat henüz bitmedi.” dedim. “Biz başlarız. Nasıl olsa günde ikişer sayfa roman verilecek. Sen o zamana kadar bitirirsin.” dedi ve paldır-küldür benim roman başladı orada tefrika edilmeye. O roman öyle koymuş olduk.
CAFER VAYNİ: İmzasız köşeleri kimler hazırlıyordu?
ATTİLÂ İLHAN: İmzasız köşeleri söylediğim kişiler hazırlıyordu.
CAFER VAYNİ: Gazetede yayımlanan ve mahkeme konusu olan yazılar da vardı sanırım. Bunlardan bahsedebilir misiniz?
ATTİLÂ İLHAN: Mahkeme konusu olan yazıları benim şimdi hatırlamam mümkün değil. Ben yalnız kendiminkini hatırlayabilirim. Benim üç yazım mahkeme konusu oldu. Bunlar da çeviriydi. Yani teliflerimden beni kıstıramadılar. Ben yırttım. Fakat çevirilerden yakaladılar. Mareşal Tito'nun bir yazısını çevirmiştim. (Gazetede çevirilerle bir kere ben uğraşıyordum. Fransızca’dan olanları ben yapmaya çalışıyordum. Yanlış hatırlamıyorsam Hasan Tanrıkut İngilizce'den yapmıştı. Asım’ın da biraz Fransızca’sı vardı. O da çat pat bir şeyler yapmıştı. Onun dışında fazla bir şey yoktu: Dışardan bize bir şey verilirse onları koyardık..) Ondan mahkemeye verildim ve beraat ettim. Asıl mahkemeye verilen ve yazıları suç olduğu düşünülen Asım Bezirci idi. Yani, Gerçek neşriyatının yükünü Asım çekmiştir. Nitekim gazete belli bir mesafe kat edinceye kadar savcılık bize hiç ses çıkarmadı. Biz şaşıyorduk buna. Fakat birdenbire günün birinde başladı celpnameler yağmaya. Hepimize geldi. En çokta Asım'a. Asım'ı ben o zamanlar çok uyarıyordum. “Asım sen çok heyecanlısın kendini kontrol edemiyorsun. Bunlar başına iş açacak senin.” diye. Takma isimle yazıyordu. Toplumcu diye. (Onda dosyalar olması lâzım. Onu Refika' dan (karısından) bulacaksın. Onun bütün evrakı karısına intikal etti çünkü o da onu bir yayınevine verdi sanıyorum.) Neticede, bir gün Asım ilk sorguya gitti ve inanılmaz bir şey oldu. Asım'ı hemen tutukladılar. Bu bir nevi işaret oldu bize. Yani, başımıza iş gelecek diye.
CAFER VAYNİ: Gazete etkili miydi? Satış durumu nasıldı?
ATTİLÂ İLHAN: Gazete 20.000 basarak başladı. Normal dağıtımla dağıtılıyordu. İstanbul'da bir engele rastlamadık. Fakat Anadolu' da rastladık. Gerçek basılıp Anadolu’ya gönderildiği zaman, Anadolu'da mahalli mülki amirler baskı yapıyorlardı satıcılara. Satılmasını önlemeye çalışıyorlardı. Yani, üzerinde bir baskı vardı gazetenin. Fakat biraz bu
baskıdan biraz da daha henüz Türkiye'de sosyalist gazeteyi tek başına yaşatacak kadar bir sosyalist okur potansiyeli olmadığından satış iyi değildi. Çok kötüydü diyebilirim. Hatta ilk haftanın sonunda gelen iade paketlerini görüne Asım'la biz çok demoralize
olmuştuk. Çok asabımız bozulmuştu. Yani almıyorlar gibi geldi bize. Acaba boşa mı
kürek çekiyoruz hissine bile kapıldık. Ama Reşit Bey gık demiyordu. Parayı bastırıyordu. Esat Bey direniyordu. Eğer son olaylar, yani tevkifat başlamasaydı gazete çıkacaktı. Her şeye rağmen gazete sürecekti. Fakat sonra başka sebeplerden kapattık. Onu da anlatırım yeri gelince. Anadolu’da engelleme, satış noktalarına yapılıyordu.
Fakat satış çok değildi. O zaman 20.000 satan gazete az sayılmaz. Çünkü çok satan Cumhuriyet 60–70 bin falandı. Birçok yerlere gittiğini, gelen mektuplardan hatırlıyorum. Gidiyordu, Fakat etkili olamadı. Bunu söylemem gerekiyor, dürüstlük icabı. Ayrıca muhtemelen de zarar ediyordu.
CAFER VAYNİ: Gazetede çalışanlardan maaş alan var/mıydı? Varsa kimlerdi?
ATTİLÂ İLHAN: Yazı işleri müdürü Mahmut Erhan maaş alıyordu. Onun dışında biz mukaveleli çalışmıyorduk. Ama Esat Bey haftada 10 lira verirdi bize. Bana ve Asım'a. Hasan ne alırdı bilmiyorum. 10’ar lira bize çok büyük para görünürdü. Yani maaş vermeye çalışıyorlardı.
CAFER VAYNİ: İşbölümü var mıydı?
ATTİLÂ İLHAN: Gazete de her gece birimiz nöbet tutardık. Çünkü o zaman gazeteler çok geç basılırdı. Şimdiki gibi değildi. Rotatif (makine) saat ikiye doğru dönerdi. Onun için mutlaka gece bültenlerinden son haberleri alacak birisinin nöbetçi kalması gerekiyordu. Gazetede, kâğıtların üstünde uyuyarak sabahlardık. Böyle bir işbölümü vardı.
CAFER VAYNİ: Gerçek gazetesinin Türk basın ve fikir tarihindeki yerinden biraz bahseder misiniz?
ATTİLA İLHAN: Gerçek'in Türk basın tarihinde yeri çok önemlidir. O zamanlar çıkan Tan, Yeni Dünya, Gün, Gerçek, Yığın, Sendika gibi gazete ve dergiler Türkiye'de İsmet Paşa döneminin sonlarında, yani faşizan dönemin sonlarında sosyalist solun bayrakları
olmuşlardır. Ve çok riskleri göze alarak çıkmışlardır Bu işlere girenlerin başı da beladan kurtulmamıştır. Ama çok önemli fonksiyonları vardır.
CAFER VAYNİ: Dünyayı nasıl algılıyordu? Yabancı yazılar nasıl temin ediliyordu?
ATTİLÂ İLHAN: Yabancı yazıların bir kısmını ben temin ediyordum. Fransa'daki arkadaşlarımdan. Bir de sosyalist dünyanın Türkiye’deki basın ataşeleri böyle bir sosyalist gazete çıkınca çok heyecanlandılar. Onlar bize bir sürü bülten gönderiyorlardı. Sovyetler, Yugoslavya gibi ülkeler. Onların içinden seçim yapıyorduk. Çok açık propaganda olanları yayınlamıyorduk. Derli toplu yazıları oralardan bulup yayınlıyorduk. Bir de Hasan'da ve bende daha önceki yıllardan kalma birikim vardı. Yabancı gazete ve dergiler. Oradan yazıyorduk.
CAFER VAYNİ: Peki, neden kapandı?
ATTİLÂ İLHAN: Neden kapandı? Kapanma meselesine geldik. Şöyle oldu kapanma işi. Gazete zarar ediyordu ve aslında bu yük doğrudan doğruya Reşit Bey'in üstüne biniyordu.
Fakat çok derli toplu bir adam olan Reşit Bey (Menteşoğlu), bunu mesele etmiyordu. Hele bizim yanımızda asla konuşmuyordu. Fakat tevkifat başlayınca, yani Asım tevkif edilince ortaya şöyle bir şey çıktı. Asım bir yazısından dolayı mahkemeye celb edilmiş birisiydi ve daha ilk sorgusundan soma tevkif edildi. Ondan soma yine bir takım kişiler var, hepsi sorguya gidecekler. Ufukta şunu gördük. Orada mahkemeye verilenlerin hepsi aslında Türkiye Sosyalist Partisi'nin çeşitli kademelerinde görevli kişiler. Yani, Menderes hükümeti partiyi hedef alıyor. Fakat partiyi doğrudan doğruya kapatmaya kalkışamayacağı için-çünkü henüz büyük demokrasi vaatleriyle gelmişler, geldikten birkaç ay önce bir parti kapatılırsa, millet ne diyecek bunu göze alamadıkları için- gazeteden yararlanarak, gazetedeki neşriyatla partinin önde gelen kişilerini içeri atacak. Bunları içeri atınca, parti kendiliğinden balon gibi sönecek. Böyle bir strateji takip ettiklerine karar verdik. O toplantıyı çok iyi hatırlıyorum. Hasan Tanrıkut yoktu. Çünkü Hasan, ya hastalanmıştı ya da çekilmişti o sıralar. Sarı Mustafa, Reşit Bey, Asım Bey ve zannedersem Salih Bey de vardı. Ve tartışıldı. Her şeye rağmen Esat Bey biz bunu göze alabiliriz, devam edelim diyordu. Buna karşın Reşit Bey, Sarı Mustafa ve ben partiyi kurtarmak için gazeteyi feda etmek mümkün diye düşündük. Çünkü gazete çok büyük mali yüktü. Sonunda Reşit Bey'i ve Esat Bey'i de batıracaktı, böyle giderse. Hâlbuki gazeteden vazgeçip partiye ağırlık verilirse parti kurtulacaktı. Gazeteyi bırakırsak, Gün'e devam edecektik. Çünkü Gün partinin organı olarak çıkabiliyordu. Böyle bir karar verildi. Ondan sonra gazeteyi kapattık. Yani, gazete partiyi kurtarmak için kapatıldı. Nitekim ondan sonra parti kaç sene yaşadı. Sonra yine kapattılar, Samet Ağaoğlu'nun provokasyonuyla.
CAFER VAYNİ: Şimdi TSP’ye yönelmek istiyorum. Sizin Türkiye Sosyalist Partisi’ndeki göreviniz neydi?
ATTİLA İLHAN: Benim TSP' de ki konumum şuydu. Partinin üyesi ve vilayet komitesinde görevliydim. Çünkü sosyalist hareket içerisinde benim uzmanlık dalım, ajitasyon ve propagandadır. O konuda uzmandım ben.
CAFER VAYNİ: TSP'nin Türk siyasi tarihinde nasıl bir yeri vardır?
ATTİLÂ İLHAN: TSP'nin Türk siyasi tarihindeki yerini sana anlatabilmem olacak mı? Bilemiyorum. Çünkü önemli. Mutlaka O Karanlıkta Biz’i okuman gerekiyor bu şartlar altında. Çünkü Türkiye'de ki komünist hareketle çok yakından ilgisi var. Türkiye'de
sosyalist adıyla çıkan partilerin hepsi komünist partilerdir. Türkiye'de sosyalizm yoktur. Türkiye’de komünizm vardır. Fakat komünizm lanetlendiği için Türkiye'de hiçbir parti
kendine komünist diyemiyordu. Komünist partisi illegalde var sayılıyordu. Komünist Partisi’nin 1920'lerden beri gelen bir kadrosu vardı ve bunların en başında da Dr. Şefik Hüsnü DEMYER geliyordu.
1946'da sınıf esası üzerine parti ve sendika kurmak serbest olunca iddiaya göre Şefik Bey üzerinde bir baskı kuruldu/oluşturuldu. Fakat doktor çok ihtiyatlı olduğu için çıkmak
istemedi iddiaya göre. Bundan dolayı yakını olan Hüsamettin Özdoğu ve Sarı Mustafa (Suphi'nin adamı); Esat Bey'le birleştiler ve Türkiye Sosyalist Partisi'ni bir deneme partisi olarak kurdular. Ne olacak bakalım diye. Beklenen sosyalist partisinin hemen kapatılması ve herkesin içeri atılmasıydı. Bu olmadı. Parti yaşamaya başladı. Ve hatta yayına başladı. Sendikalar kurulmaya başlandı. Partinin sendikalarla ilişkisi başladı. Bunu görünce Dr. Şefik Bey de parti kurmaya karar verdi. TSP ile beraber bir şey yapacağına ayrı bir parti
kurdu. Ve böylelikle Türkiye' de iki komünist parti görülmüş oldu ki bunların ikisinin de kökeni Türkiye Komünist Partisi'dir. Fakat iki parti arasında ihtilaf çıktı. Sonradan, öğrendik ki -biz, o zaman bilmiyorduk ve çok üzülüyorduk bunlar niye kapışıyorlar diye- TKP'nin bütün tarihinde bu tür bir eğilim var. Bir sürü parti var. 1930'larda hatta komintern Türkiye'de beş tane komünist partisi var diye kızmış ve lağvetmiş komünist partilerini. Bunları sonradan öğrendik. Bilmiyorduk. Bunlar Türkiye Sosyalist tarihinde ortaya çıkmış olan ilk Marksist partileridir. Sosyalist kabul etmiyor. Çünkü sosyalist deyince sağcı sosyalistler de olabilir. Bu iki partide Marxsis’ttir ve Sovyetler’le iyi ilişkilerden yanadırlar. Önemi buradadır. Çünkü o zaman bu düpedüz çılgınlıktı. Kahramanlıktı. Bunlar böyle partilerdir. Böyle çıktılar. Ve çok az yaşayabildiler aslında. Mahkemeye düştüler.
Fakat Esat Bey kendisi avukat olduğu ve hukukçuluğu çok iyi bildiği için
partinin tüzüğünü programını, neşriyatını ve faaliyetini o kadar kanunlara uygun
hazırlıyordu ki, her mahkemeye düşüşümüzde, beraat etti parti. O yüzden Şefik Bey’in partisi uzun sürmedi. Sosyalist partisi çok uzun süre devam etti. Samet Ağaoğlu'nun provokasyonuna kadar. Ondan da beraat etmiştir. Mahkûm edilmemiştir. Fakat sonra tekrar kurulamamıştır.
CAFER VAYNİ: 1951'de Esat Adil'e karşı oluşan muhalefette siz de muhalefet saflarındaydınız. Neden böyle bir ikilik ve çatışıma çıktı?
ATTİLÂ İLHAN: 1951'de Esat Bey' e muhalefetimizin sebebi Emekçi partisinin (Şefik Hüsnü Bey’in) telkinleridir. Emekçi Partisi ısrarla diyordu ki asıl komünist partisi biziz. Bize gelmeniz lâzım. Bizden olmanız lâzım. Ben bunu çok aptalca buluyordum. Çünkü o sıralar ben Fransa'dan gelmiştim. Ben Fransa'da aynı zamanda Fransız Komünist Partisi'ne de üyeydim. Böyle bir sıfatım da vardı. Ben diyorum ki, böyle saçmalık olmaz. Bu iki parti mutlaka birleşmeli. Birleşmesi için de gereken teşebbüsü yapıyoruz zaten. Fakat iki
taraf da ‘Nuh diyor peygamber demiyor’. İhtilaf şu: ikisi de birleşmeye hayır demiyor fakat her ikisi de o kendisini lağvetsin, gelsin bana katılsın diyor. Biz ara formül olarak ikisi
de kendilerini lağvetsinler, birleşip yeni isimde, yeni bir parti çıksın ortaya alternatifini getirdik. Fakat bu tartışmalar sürerken sonuç alınamadan zaten ikisi de kapatıldı. Ve
herkes hapse girdi.
Ama Esat Bey'e karşı oluşan muhalefet daha sonra farklı bir muhalefet. Esat Bey'i yeteri kadar organizatör olmamakla daha ziyade bir burjuva politikacısı olmakla suçlayan bir muhalefet oluştu işçi kanadında. Bunda Asım BEZİRCİ çok ısrarlı oldu -Çünkü ben sonra tekrar Avrupa’ya gittim. O işin içinde olmadım- ve partinin son genel sekreteri Asım’dır. Yani devirdi Esat Adil'i.
O şundan ileri geldi. Esat Adil Bey'i tanıyanlar bilebilir ancak. Esat Adil Bey sahiden sosyalistti. Esat Adil Bey'in eğitimi Belçika'dadır. O Belçika Sosyalist Partisi’yle ilgilenmiş Vandervelde'nin etkisi altında kalmış, o hevesle gelmişti. Onun bir de arkadaşı vardı, o sonradan çok büyük bir politikacı oldu. Ben onu da tanırım. Sıtkı Yırcalı. Sıtkı Yırcalı'da sosyalisttir. Politika icabı Demokrat Parti'ye girdi ve başını belaya sokmadan birçok yerlere geldi. Esat Bey daha fikir namusu olan bir adamdı. Sosyalizmden feda etmedi. Fakat sosyalist kadro yok Türkiye’de. Mecburen komünistlerle çalışmak zorunda kaldı ve komünistlerle bir yerden sonra anlaşamadı. İhtilaf çıktı. Neticede de Asım onu devirdi. Bu bir gerçek.
CAFER VAYNİ: Türkiye Sosyalist Partisi gibi bir parti sosyalist ve komünist siyasi tarihimizde görmezden geliniyor gibi geliyor bana. Bunun sebepleri sizce nelerdir?
ATTİLÂ İLHAN: TSP'nin görünmezden gelinmesi çok doğal. Çünkü Türkiye 1939'dan sonra İkinci Dünya savaşı kâbusuna girdi ve faşizan oldu. Zaten o zaman sosyalizmden bahsetmek bile mümkün değildi. Savaş bitince soğuk savaşla birlikte daha da büyük bir bela haline geldi sosyalizm. 1960 darbesi olduğu zaman bizleri sürmeye hazırlanıyordu demokratlar. İlk sürgünlerde gitmişlerdi. Bunu da ben Bıçağın Ucu romanımda anlattım. Yani, Demokrat Parti hemen soğuk savaşın çarkına girdi ve hemen sosyalistleri kendine hedef aldı. Ondan sonra o da büyük baskılara girişti. İş o hale gelmiştir ki, 1960'larda yapılmış şiir antolojilerinde sosyalist şairlerin isimleri yoktur. Onları bile
almaktan korkuyorlardı. Biz o zaman yazılarımızı diğer dergilerde yayınlayamazdık. Basmazlardı. Korkarlardı. Onun için kimsenin bahsetmemesi çok normal, 1960'lardan
sonra bu işlerden bahsedilmeye başlandı biraz.
CAFER VAYNİ: Partinin Rusya ile ilişki nasıldı? Başka bir deyişle TSP Rusya'ya nasıl bakıyordu.
ATTİLÂ İLHAN: Rusya ile ilişkiler çok önemli bir soru. Çünkü Rusya ile ilişkiler çok önemliydi ve Emekçi Partisi, TSP'yi dünya politik hareketinde Sovyetlere daha az bağımlı olmakla suçluyordu. Yani, Sovyetlere çok itaatkâr bir parti değil. Bu da onun aleyhindedir gibi koyuyordu meseleyi. Eğer Türkiye için bir sosyalizm, kendine mahsus şartlarda yapılması lâzımdır tezine bunu söylüyorlardıysa doğru. Çünkü TSP, Türkiye’nin
sosyalizmini savunuyordu ki ben hala onu savunuyorum. Benim çizgim odur. Yani Türkiye komünist ve sosyalist olabilir, ama bunu kendi yapar yani oradan, buradan model almaz. Böyle bir eğilimimiz vardı. Ama Sovyetlerle ilişkimiz neydi?
Orada Laz İsmail vardı. TKP'nin eskilerinden. Orada TKP'nin genel sekreteri tarzındaydı. Aynı zamanda da Moskova Radyosu’nun Türkçe spikeriydi. Erdem Yoldaş diye konuşurdu. Bir konuşmasında Gerçek'in ve TSP'nin aleyhinde konuştu. Bu konuşmanın üzerine Esat Adil de iki başyazı yazdı. Moskova Radyosu’na cevap diye. Ve çok sert yazılardı onlar. Üç gün sonra Tass Ajansı’ndan iki muhabir geldi. Yanlış anlaşılma var ‘herhalde’ diye geldiler. “Çok da kötü niyetle bakmıyoruz size” diye geldiler. Muhtemelen onları Sovyet Gizli Servisi’nden diye düşünüyorum ben. O konuşmada beni ve Rusları en çok etkileyen Sarı Mustafa'nın tavrı oldu. Sarı Mustafa sustu, sustu; bir noktada kafasının tası attı ve Ruslarla, Rusça konuşmaya başladı. Onlara ne dediğini de bir türlü anlamadık. Ruslar aptala döndü. Çünkü Rusça konuşan birisinin karşılarına çıkacağını hesaplamadılar. Sarı Mustafa adam akıllı onları benzetti orda. Sonra parti kapatılınca bu olay partinin Ruslarla teması şeklinde yorumlandı ve birden partiyi mahkûm etmeye çalıştı hükümet. Fakat bunu kanıtlayamadılar. Çünkü öyle bir şey yoktu. Tek kuruş alınmadı. Hepsini bilemem ama Ruslara karşı bakışımız eleştirildi biraz. Tam bir sadakat bakışı yoktu bizde. Allah için bende hiç olmadı zaten. Eleştirebiliyorduk. Ama Marksist eleştiri yapıyorduk. Nitekim benim sonraki
kitaplarımda da bu çok açıktır. Sağa intikal edip de eleştirmek yanlış. Metodun doğruysa eleştirirsin. O zamanlar o tavır içindeydim, kendi hesabıma. Ama diğer arkadaşlarımda bu kadar fazla değildi. Esat Bey zaten demokrat bir adamdı. Totaliter bir yapısı yoktu. Zaten ondan eleştiriliyordu. Hoşgörülü bir adamdı.
CAFER VAYNİ: Hasan TANRIKUT’a gelmek istiyorum. Siz de bazı yazılarınızda ondan bahsediyorsunuz.1940–1950 yılları arasında çok aktif birisi. O dönemin İnsani Vatanperverlik, Gün, Gerçek, Hamle, Küllük… gibi birçok dergi ve gazetenin en önemli elemanı ve sizin yakın arkadaşınız. Tanrıkut'la tanışıklığınız ne zaman başladı?
ATTİLÂ İLHAN: Hasan Tanrıkut'la tanışmamız benim Gün dergisinde onun yayınladığı ilk şiirim olan “Ağıt”la başladı. Ağıt diye bir şiirimi bastılar. 1946–47 yıllarında. Sanırım. Yahut ta Tan zamanındaki Gün’de ama sosyalist bir dergide yayınlanan ilk şiirimdi. Ondan evvelki de yine sosyalist bir dergi olan Yeni Edebiyat'ta 1941'de çıktı. Bu, Gün’de çıkan şiirdir. Onu Hasan Tanrıkut yayınlamıştı ve beni çok merak edermiş. Sonra Gün'e ben bir sürü şiir gönderdim. Onları Hasan çok iddialı, çok cafcaflı şekillerde bastı. Ve o
sıralarda da amcamın ve babamın bir komplosuna gelerek ben CHP'nin sanat armağanını kazandım. Çünkü ben o kafamla CHP'nin armağanına katılacak bir adam değilim. Bunlar beni kandırdılar. Amcam edebiyat öğretmeniydi. Şiiri çok beğendi ve önce bana “Sen bu şiirle katıl armağana" dedi. Ben dedim ki; “Ben o heriflere katılır mıyım? Onlar beni 16 yaşımda hapsettiler. Okuldan kovdular. Bu heriflerden nefret ediyorum. Ben bunlara katılmam” dedim. Babamla, amcam kendi aralarında konuşmuşlar. Amcam o zamanlar Fındıklı'daydı. Fındıklı'dan İstanbul'a gelirken bana dedi ki; “Attilâ ben o şiiri çok sevdim daktilo et de bana ver" dedi. “Ne yapacaksınız?” dedim. “Öğrencilerime okutacağım” dedi. Ben onu anlamadım ve verdim. Kışa doğru Ankara'dan bir mektup geldi bana, “Şiiriniz armağan kazanmıştır, asarız keseriz...” Böyle bir zarf. Birden bu çıktı. Bu çıkınca ben hemen reddetmeyi düşündüm. O zamanlar temasım olan solcu arkadaş Ömer Faruk Toprak Bey, “Deli misin dedi. 1500 lira o zamanlar inanılmaz bir para. Al o parayı, sen yazdığından sorumlusun. Senin yazdığında kötü bir şey yok ki” dedi. Doğru, böyle bir patlamam oldu. Bu patlama olunca Gün hemen ertesi hafta bunu ilan etti. Çünkü, Attilâ İlhan o zamana kadar solcu cenahta meçhuldü. Kimse bilmiyordu Attilâ İlhan'ı. Yalnız Gün biliyordu. “Arkadaşımız Attilâ ilhan kazanmıştır” diye açıkladı olayı.
Ondan sonra Hasan'la solcu öğrenci arkadaşlar vasıtasıyla tanıştık. Çünkü, solcu öğrenci arkadaşlar arasında Edebiyat Fakültesi'nde onun öğrencileri vardı. Hasan Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde Hilmi Ziya ÜLKEN'in asistanıydı. Hasan demiş ki, bu arkadaşı tanımak istiyorum. Ve tanıştık. Bir de meydana çıktı ki, Hasan Osmanbey' de oturuyor. Biz de bütün gün Suna Pastanesi’ndeyiz, Osmanbey'le burun burunayız neredeyse. Bunun üzerine Hasan başladı pastaneye gelmeye. Belli bir grup oluştu. Hasan da hepimizin hocası, hepimizden büyük o. Bilgisi de bizden fazla tabii o zaman. Böylelikle bir yakınlık doğdu. Ve bu yakınlık çok uzun sürdü Hasan'la aramızda. O kadar dost arkadaş olduk ki biz, Hasan askere giderken, ben Hasan'ın evinde kaldım. Ev boştu. Evi bana emanet etti. Kendisi askere gitti. Elinde işi vardı. Bir çocuğa özel ders veriyordu. O işi de bana devretti. O dersi de ben verdim. O paraları ben kazandım. Ve Hasan'a para yolladım. Yani çok yakındık Hasan'la.
Ne zaman aramızdaki diyalog gevşedi? Şimdi Gerçek çıkarken bir kopukluk oldu. Hasan yetişme tarzı itibarıyla, bizim kadar tabandan militan yetişmiş birisi değildi.
Hasan bir fikir adamıydı daha çok ve bir paşazadeydi. Bunun dedesi paşa. Girit'ten gelmiş bir paşa. O bir paşa ailesinin torunudur. O yüzden biraz rahatına düşkün ve
çekingendi. Gazetede tevkifat olayı başlayınca Hasan çekildi. Korktu. O arada gevşeme oldu aramızda. Tevkifattan sonra yine arkadaşlığa devam ettik. Fakat ben Fransa'ya gittim.
Gittiğimde kopuyordu, geldiğimde ise tekrar bağlanıyordu arkadaşlığımız. En son ben ikinci seyahatten geldiğim zaman, korkunç bir şeyle karşılaştım:
Bizim Sosyalist Partisi davasına, ben Fransa' da olduğum için, beni tanık olarak sokamamışlardı. Samet AĞAOĞLU’nun yaptığı pravakosyondan sonra. Beni direkt sanık
yapamamışlar. Çünkü benim faaliyetim yokmuş, onun için ben tanık olarak sokulmuşum. Burada olmadığım için de gıyabi tevkif çıkmış hakkımda. Zaten Jöntürk hareketi dolayısıyla gitmiştim. Nâzım'ı kurtarma hareketlerine girdim ben. Ondan da, tevkif kararı vardı. Ben Türkiye'ye dönünce görür-görmez beni tutukladılar, içeri attılar
Ama bir müddet sona yer gösterdik beni serbest bıraktılar. Gıyaben dışardan yargılanmama karar verdiler. O sırada Esat Bey'den bana haber geldi. Dedi ki, “Bizim TSP' nin mahkûmiyet kararı var. Yargıtay bozmuş. Yeniden yargılama yapılacak, bu bozuklukta sen çok önemli bir rol oynayacaksın. Aman mahkemeye gel.” Tarihi tam
hatırlamıyorum. Yalnız, Hasan'ın başından o sıralar Kıbrıs olayı geçmiş. Kıbrıs'a gitti. Orada hocalık yaptı. Oradan İtalya'ya gitti. İtalya dönüşünde burada yakaladılar onu. Ve
sorguya aldılar. Sorguya dayanamadı ve ondan sonra Hasan aklını kaybetti. Kıbrıs’tan ziyade burada çok eziyet etmişler. Aklı başında değildi çıktığında Hasan’ın. Son
karşılaşmamızda aklı başında değildi.
Mahkemede sorun şuydu: Hasan mahkemeyle ilgili sanıklığında Rus Tass Ajans muhabirlerinin gazeteye geldiklerini söylemiş. Aslında söylememesi gerekiyordu. O, bunu bana atfen söylemiş. Çünkü o yoktu toplantıda. Bunun üzerine de temyiz bozuyor kararı. Diyor ki; “Burada HasanTanrıkut'un bu ifadesi üzerine mahkûmiyet kararı verilmiş. Halbuki asıl şahit olan Attilâ İlhan dinlenmemiş. Bunu da dinleyin.” diye söylüyorlar
Benim mahkemeye gitmem hakikaten çok önemli. Ben tabii hemen gittim mahkeme günü. Esat Bey; “Sen doğrudan doğruya gerçeği söyle. Çünkü çekinecek bir tarafımız
yok. Hasan biraz ürkmüş. Ürktüğünden bunları söylemiş herhalde dedi. Şimdi Hasan’ın ifadesi de artık geçerli olmaz. Çünkü aklı eski durumda değil.” dedi. Mahkemeyi beklerken Hasan çıktı geldi. Boynuma sarıldı. Ben de onun. Biz oturduk konuşuyoruz Hasan’da hiç deli hâl görmüyorum ben. Konuşurken, konuşurken Hasan yavaş yavaş
beni endişelendiren şeyler söylemeye başladı. Meselâ, “Benim de geçen zaman zarfında, ahval-i şahsiyem tespit edildi." dedi. “Ne gibi” dedim? Meğerse Giritli olan paşa dedesi
Girit'e, Rusya'dan gelmiş. Ve sonradan Türk olmuş. Dolayısıyla Hasan Rus'muş. “Ben Rus olduğuma göre düşündüm. Sovyet konsolosluğuna başvurdum. Beni tanıyın ve bana
Sovyet pasaportu verin dedim." dedi. Hasan'da bir şahsiyet çatlaması başlamış.
Böyle bir şey yok çünkü. Bunu tamamen kafadan yazmış. Arkasından, “Biliyorsun benim tezi Ziyaettin Fahri Fındıkoğlu reddettiydi. Komünist tez bu diye. Sovyetler birliğinde yakında bu tez yayınlanacak” dedi. Anladım ki Hasan kaymış. Mahkeme başladı. Beni çağırdılar ben girdim. Hâkim sordu, ben de durumu sana anlattığım gibi anlattım. “Ama Hasan Tanrıkut
başka türlü söyledi” dedi. “Hasan Tanrıkut başka söylediyse kendisi yazmış, çünkü olayı benden duydu, ben de ona size anlattığım gibi anlattım" dedim. “Belki de emniyette baskı
yaptılar ona” dedim. Hasan Tanrıkut'u çağırın dedi hâkim. “Hasan Tanrıkut” diye iki defa bağırdılar. Gelmedi. Esat Bey kalktı dedi ki: “Dışarıda, alsınlar getirsinler.” Hasan'ı getirdiler. Hasan protesto ederek geldi. “Bana Hasan Tanrıkut diyorsun. Benim adım Hasan Tanrıkut değildir. Benim adım İvan İvanoviç bilmem ne.” bir Rus ismi söylüyor. Böyle bir durum. Tabi hâkim hemen anladı durumu. Buna iki-üç soru sorduktan sonra meseleyi bağladı ve benim ifademle parti beraat etti. Hasan'ı ondan soma bir daha doğru dürüst görmedim. Çünkü ben ondan sonra İzmir'e yerleştim. 10 sene kadar kaldım. Sonra Ankara'ya gittim ve 7–8 sene Ankara' da kaldım. O yine buralardaydı. Sokaklarda dolaşan, yarı meczup bir insandı. İki tane mektup yazdı bana. Hangi Batı isimli kitabımı okumuş. Biri onunla ilgili. Ankara’ya yazdı. Eski günlerden bahsediyor. Orada dikkat ettim Hasan Tanrıkut imzasını kullanmıyor. Hasan Ruşen imzasını kullanıyor ki, Doğan Ruşenay imzası da onundur.
CAFER VAYNİ: Tanrıkut nasıl bir insandı?
ATTİLÂ İLHAN: Kendi hesabıma Hasan'ı çok önemserim. Çok ciddi bir adamdır. Ve o da bir İnönü kurbanıdır. İnönü döneminin kurban partililerindendir. Yani solcularındandır. Mehmet Ali Aybar, Mihri Belli, Hasan Tanrıkut, Adnan Cemgil, Behice Boran, Niyazi Berkes... Bunların hepsi üniversiteden atıldı, atanı da söyleyeyim. Dehşete düşeceksin. Hasan Ali Yücel'dir. Herkesin solcu sandığı Hasan Ali Yücel atmıştır. Bir telefon emriyle. Ondan sonra Hasan'ı görmedim. Ölüm haberini gazetede okudum. Ben bir kaç şeyin üstünde ısrarla duruyorum. Hasan'ın bir piyesi vardı: Deli Dumrul. O, piyesin ben birçok bölümünü Hasan'ın ağzından dinledim. Yok. Kayıp. Çok yazık. Felsefi bir piyesti. Sonra tezi Hasan'ın, “Türk Tarihinde Sosyal Tabakalaşma”. Yani, bizim Orta Asya’dan itibaren
sınıflı toplum haline dönüşmemizi inceleyen çok ciddi, güzel bir tezdi. Kayıp.
CAFER VAYNİ: Evli ve bir evlatlığı olduğu söyleniyor. Kiminle evliydi, ne zaman ayrıldılar?
ATTİLÂ İLHAN: Tanrıkut bir defa yakışıklı bir adamdı. Boylu, poslu, yakışıklı, mavi gözlü fevkalade güzel Rumca bilir. Rum kızlarına kur yapardı. Çapkındı. Halk çocuğu değildi. Meselâ Hasan'ı hapse düşmek dehşete düşürüyordu. Fevkalade zengin bir kütüphanesi vardı. O zamana göre. Ben de yararlanırdım evde. Onu tanıdığım sıralarda, evlendiği
karısı onu bırakmıştı. Hasan bunun acısını çekiyordu o sıralar.
O kadını tanımadım. Ama onun hakkında çok şey dinledim Hasan'dan. Karısının kendisinden uzaklaşmasını ve bu sebepten (sosyalistliğinden) dolayı onu bırakmış olmasını Hasan uzun süre hazmedemedi. Çok tedirgin oldu bundan. Yani mutsuz etti
Hasan'ı kadın. Onun için ben kızarım o kadına, tanımadan, bilmeden. Ama o da rahatını seçmiş anlaşılan. Çünkü Hasan'la rahat edemeyecekti. Belli, o yüzden gitti kadın.
Çünkü Hasan'ın kendisi burjuva çevresindendir. Osmanbey'de oturuyordu. Kırağı Apartmanı’nda. Kale gibi bir apartmandı. En az 200 metrekarelik bir dairede oturuyorlardı. Fevkalade rahattılar. Durumları iyi idi. Ne Anadolu’yu bilirdi, ne de başka
şeyi. Askerlik, meselâ gözünde son derece büyürdü. Ankara'ya askere gittiği sırada ben onu teselli ediyordum. “Korkma bir şey olmaz” diye. Askerde de onu levazıma verdiler.
Büyük bir şans. Çünkü levazım mektebi İstanbul'daydı. Ve İstanbul'da yaptı askerliği. Biraz kalem efendisiydi. Daha çok masa başı adamıydı. Halkla insanla çok sık teması
yoktu. Partide de meselâ, işçilerle teması zayıftı. Konuşma yaptığı zaman ilginç kılamazdı konuşmayı, o kadar bilgili adam. Çünkü bir hoca gibi konuşurdu. İşçilerin bunu anlaması mümkün değildi. Bazen konuştuktan sonra partide, “Attilâ yoldaş gelsin anlatsın" derdi. Ben tercüman oluyordum. O, terminolojiye uygun konuşuyordu.
Karşımızdakiler ise tramvay, tütün işçileriydiler. Böyle bir entelektüel yanı vardı.
CAFER VAYNİ: Size katkısı ne düzeyde oldu?
ATTİLÂ İLHAN: Ben kendi hesabıma Hasan'la çok iyi olmuşumdur. Bana katkısı çoktur. Çünkü şairler Türkiye'de kendilerine aynı zamanda çok ciddi bir bilimsel platform gerektiğinin farkından değillerdi. Bizim şairlerimiz şiiri, şairleri ve edebiyatı bilirler. Sanıyorum ki Türkiye'de ciddi ciddi ilk defa tarih, sosyoloji, felsefe ve bunların üzerinde estetik sentez çabasına giren ben varımdır. Ben de bunu tamamen Hasan'a borçluyum. Bana bu formasyonu veren Hasan'dır. “Doğru dürüst bir solcu olmak istiyorsan, hele doğru dürüst bir solcu sanatçı olmak istiyorsan tarih, sosyoloji, iktisat, felsefe bilmek zorundasın. Estetik zaten bilmek zorundasın" deyince ben bu işi çok ciddiye aldım. Çünkü bizde şairlerin düşünmesi pek adetten değildir. Şairler sadece söyler. O yüzden Hasan'ın bende çok büyük etkisi ve yararı olmuştur. Bundan dolayı ona çok minnettarımdır. Onun için de hatırasını yaşatmaya uğraşıyorum. Her zaman çok sevmişimdir Hasan'ı.
CAFER VAYNİ: Hangi dergilerde yazdı. Müstearları var mıydı?
ATTİLÂ İLHAN: Hasan çok dergide yazmıştır. Kaynak dergisinde yazıları çıkmıştır. Çok da dergi çıkartmıştır. Hamle, İnsan, Gün…gibi. Batılılaşma konusu bizim aramızda çok önemliydi. Hangi Batı'yı yazdım ben. Hemen mektubu geldi. Tanzimatçı ve Gazi'nin Batılılaşması. Bu ikisini ayırmak lâzım. Bizde birleşiyor. Tanzimatçı Batılılaşma demek Batının köpeği olmak demek. Şimdi aynı durum oluyor. Gazi'nin yaptığı o değil. Gazi Türk tarihinin ana hatları diye kitap hazırlatmış. İçerisinde Batı'dan bahsetmiyor. Üstünde bile durmuyor Batının. Bu bakımdan çok büyük fark var aydınlarla bizim aramızda. Bu Hasan'la tartıştığımız konulardır o zamanlar. Hasan'ın kafasını bunlar kurcalıyordu. Çünkü Hasan'ın felsefeye de çok yatkın bir kafası vardır. İyi de bir felsefeciydi. Diyalektiğin ne olduğunu
bana biraz olsun Türkiye'de anlatan o oldu. Başka hiç kimse anlatamadı. Bir de Hasan Hilmi Ziya Bey'in materyalist döneminden çok iyi yararlanmıştır. Hilmi Ziya sonra
materyalizmden uzaklaşınca çok kızdı ona Hasan. Onu asla affedemedi.
CAFER VAYNİ: Yabancı dil biliyor muydu?
ATTİLÂ İLHAN: Hasan kesinlikle İngilizce anlıyordu.
Rumcayı su gibi konuşuyor, biliyordu.
CAFER VAYNİ: Tanrıkut'un fikri cephesini anlatır mısınız?
ATTİLÂ İLHAN: Fikri cephesini biraz anlattım. Hasan aslında materyalist değil, yapısı itibarıyla ruhen metafiziğe yatkın bir adamdı. Yani, soyut felsefi spekülasyona kafası çok yatkındı. Meselâ Kaynak'ta çıkan bir yazısı vardı. "Aklın sınırları" diye bir yazıydı. Beni çok etkilemişti. Aklın sınırları üzerine düşünüyordu. Marksist birisi bunu
düşünmez. Ama çok sistemli bir sentez taraftarıydı. Ve aynı şekilde şunu da çok rahatlıkla söyleyebilirim. Benim sentez çabamın gerisinde yine Hasan'ın rolü vardır. Yani; “Bir sanatçının, fikir adamının, aydının mutlaka metoda sahip olması ve o metotta deneysel bir sentez yapması lâzımdır." Bu tamamen onun düşüncesidir. Ve ben bunu
uygulayan biriyim. Herkes bilir benim sosyalist ve Marksist olduğumu. Ama benim fikirlerim ve tezlerim öteki sosyalist ve Marksistlere benzemez. Neden? Çünkü ben
metodu kendime göre kullanırım. Tartışmaya da hazırımdır gereken insanlarla. Bu tez Hasan’ın da teziydi. Yani, bunu biz tabiri caizse aramızda beraber oluşturduk konuşurken. Çünkü karşımızda şöyle bir şey vardı: O zamanki komünistlerden Jidanov diye bir herif vardı. Rusya da Komünist Parti'nin önemli bir yerinde. Onun bir sanat anlayışı vardı ki;
o sanat anlayışı “Parti ne derse doğrusu odur” idi. Biz buna itiraz ediyorduk. Doğru olan metottu. Ben metodu alır uygularım. Ben bunu yanlış uygularsam, bana söylersin tartışırız. Ama ben metodu senin gibi uygulamıyorum diye beni hapse atamazsın. Rusya'da atıyorlardı insanları hapse. Buna biz karşı çıkıyorduk. Böyle bir özgürlükçü yanı vardı Hasan'ın da.
CAFER VAYNİ: Tanrıkut'la ilgili olarak sizden başka, kimlerden bilgi, belge vs. edinebilirim?
ATTİLÂ İLHAN: Benden başka artık onu hiç kimsenin tanıdığını sanmıyorum. Birkaç arkadaşı vardı. Aslan Kaynardağ öğrencisidir. Ona gidip sorabilirsin. Zeki Pakyürek diye bir çocuk vardı öğrencisiydi. Ama nerede şimdi bilmiyorum. Bir de emin değilim ama
Sosyal Yayınları’nın sahibi Enver Aytekin vardı. Belki o da sana bazı isimler söyleyebilir. Bunlardan belki bir şeyler çıkar. Bunun dışında Hasan için
söyleyebileceğim en önemli şey şudur: Türkiye'de Hasan yalnız sosyalizmin değil, hür düşünüşün de misali. Hür düşünmek istiyordu adam. Feda ettiler.
CAFER VAYNİ: Esat Adil’le ilgili başka söyleyecekleriniz var mı efendim?
ATTİLÂ İLHAN: Esat Bey'le tanışıklığımız aynı yerlerden başlıyor. İnsan olarak fevkalade iyi bir insandı. Çok yumuşak, hoşgörülü. Çok ta büyük dramlar vardır hayatında. Eşi delirmişti. Tımarhanedeydi. Oğlunun da bir dramı oldu sanıyorum. Sonra yalnız başına yaşıyordu. Buna rağmen Esat Adil, Sarı Mustafa'nın yaşlılığında ölünceye kadar ona yardımcı oldu. Partinin içinde başı sıkışan herkese yardım etmeye çalışırdı. Hafif bir duyma zoru vardı kulağında. O yüzden de alçak sesle konuşurdu. Meselâ iyi bir hatip değildi. Partide
konuşurken, sesini arkadakiler duyamazlardı. Böyle bir insandı. Sosyalizmi biliyordu. Fakat ağır basan yönü sosyalistlikten çok demokratlığıydı. Yani, Türkiye'deki faşist yönetime karşı demokrasiyi savunuyorlardı aslında. Tezlerine ve gazetelerine bakarsan daha çok bunu görürsün.
CAFER VAYNİ: Hürriyeti savunuyorlar.
ATTİLÂ İLHAN: O zaman biz hürriyet davasındaydık. Çünkü Türkiye'de hürriyet yoktu. Önce hürriyet olacak ki, sonra sosyalizmi savunabilirsin. Bu zaman yazdığım şiirlerde hep hürriyet diye bağırmışım. Bir şiir yazıyorum. İçinde “işçilerin otomatik çekiçleri” diye bir yer geçiyor. Yaşar Nabi Nayır basmıyor şiiri. Hâle bak. “İşçiler” geçiyor diye basmıyor. Bu derece büyük bir baskı var üstümüzde. O yüzden, o zaman hep beraber hürriyeti savunuyorlardı. Hürriyet geldikten sonra sosyalizmi savunuyorlardı. Sosyalist düşünceleri de söylediğim gibi ikinci Enternasyonale daha yakındı. Üçüncü Entenasyonele değil. Bu yüzdende aramızda hır çıkıyordu bazen. O daha özgürlükçü bir sosyalistti. O zaman Stalin dönemi düşünülürse, komünistler çok totaliterdiler. Fikir durumu buydu.
1950'den sonra pek yazdığını sanmıyorum Esat Bey'in. Daha çok dava ve
hapishanelerle uğraştı. Yazdıkları da daha ziyade fikri değil, geçinmek için olmuştur. Çünkü küstü. Hayata küstü. Müstearı, Adiloğlu idi. Ateistliğini bilmiyorum. Hiç konuşmadım.
CAFER VAYNİ: Hasan Tanrıkut ateist miydi?
ATTİLÂ İLHAN: Tanrıkut’un ateist olması gerektiğini düşünüyorum. Bu konuda açık bir konuşmamız olmadı. Yalnız onun da, benim de şöyle bir tanrımız vardı. Ki o tavrı ben hâlâ korurum. Yani, sen inanmayabilirsin, ama başkalarının inancına saygı göstermek
zorundasın. Bizim düşüncemiz buydu. Bize göre sosyalizmin içindedir bu. Rusya'daki yanılgı budur. Sonra, ben aynı şeyleri çok açık olarak yazdım. Bu yanlıştır böyle bir şey
olmaz. Sen inanmayabilirsin. Ama herkesi böyle göremezsin. O, onun bireysel sorunu. Sana ne.
CAFER VAYNİ: Esat Adil’i başka kimlere sorabilirim?
ATTİLA İLHAN: Esat Bey'le ilgili Orhan'dan (Müstecabi) bilgi edinebilirsin. Sadık Alboran'dan edinebilirsin. Mahmut Erhan'dan sağsa edinebilirsin diyemeyeceğim. Çünkü Mahmut Erhan'la yakınlığı yoktu. O profesyonel gazeteci olarak gelmişti Gerçek'e. Sonradan da onun milli istihbaratla çalıştığı gibi bir laf çıktı. Yani gazetenin içinde milli istihbaratın
casusuymuş gibi bir laf çıktı.
CAFER VAYNİ: 1946'da Esat Adil, Rusya ile ilişkisi var diye suçlanıyor. Siz buna ne dersiniz?
ATTİLÂ İLHAN: Rusya’yla ilişkisi bu söylediğim gazetecilerden dolayı.
CAFER VAYNİ: Esat Adil'in vefatıyla ilgili neler söylersiniz?
ATTİLÂ İLHAN: Esat Adil'in ölümünde ben burada değildim. Sonradan duydum. Metin Erksan onu bilir. Hatta benim için yazdığı yazıda da bahsediyor Esat Adil çok iyi bir adamdı, arşivi şunun-bunun elinde kaldı diye. Metin biraz daha iyi biliyor. Galiba o zaman, aynı taraflarda (Cihangir) oturuyorlardı. O daha iyi biliyor.
CAFER VAYNİ: O sıralarda Nurullah Ataç'la polemiğiniz sun’i miydi?
ATTİLÂ İLHAN: Nurullah Ataç'la Gerçek'teki polemiğim çok ciddidir. Mesele şuydu. Ben CHP sanat armağanını kazanırken, biliyorsun kendi arzumla bu yarışmaya katılmış değilim. Aile beni katmış ve ben armağanı kazanmış oldum. “CHP'nin şairi” diye bir adam çıktı ortaya. Hasan sayesinde anlaşıldı ki CHP'nin falan değil. Derhal CHP de bunu
gördü. O zaman bana Faruk demişti ki, CHP'nin dergilerine gönder şiirlerini çünkü para da veriyorlar. Hepimiz parasızız çünkü. Ben Ülkü dergisine ve İstanbul dergisine birer şiir gönderdim. Çıktı. Fakat sonradan Hasan'ın Gün'de açıklaması çıkar çıkmaz ondan sonraki şiirlerimin hiçbirini koymadılar. Çok yıllar sonra, 1970'li yıllarda, ben İzmir' de gazetecilik yaparken -Demokrat İzmir gazetesinin genel yayın müdürüyken- Behçet Kemal Çağlar İzmir'e gazeteyi ziyarete gelmiş. Orada benim o işi yaptığımı bilmiyormuş. Beni tanıyınca, “Yahu ben sizi kaç seneden beri tanımak istiyorum.” dedi. Ve bir olay anlattı. Anlattığı olay şu: Meğerse beni o zaman ikinci seçen jüride o da varmış. Jüride namzet şiirleri okuyan Behçet Bey'miş. Bana o işin nasıl yürüdüğünü ve benim o armağanı nasıl kazandığımı anlattı. Çünkü o armağanın bir özelliği vardı. İsimle katılınmıyordu. Rumuzla katılınıyordu, ismin etkisinde kalınmasın diye. Amcam da beni hangi rumuzla katmış haberim bile yok. Oradan şiirleri okuyorlar
Benim “Gavur Dağlarından Rivayet” şiirlerimin “Cabbaroğlu Mehmet” isimli olanıdır. “Senin şiirin geldi önüme.” dedi. Vakit epey ilerlemiş. Okumaya başladığımda jürideki herkes -yorgun ve bir kısmı yaşlı- uyukluyordu. Ben senin şiirini okurken Nurullah Ataç şöyle bir kaldırdı kafasını. Dedi ki, bir daha oku, baştan oku ve herkesi dürttü. Bu şiir enteresan bir şiir. Millet dinledi şiiri. Ataç benim şiir üzerinde yapışıp kalmış. Ve “Bu şiir birinci olmalı” diye tutturmuş. Hâlbuki aynı armağana katılmış başka şairler var ve onlar tanınan kişiler. Ben, daha o sıralar lisede okuyorum. Komünistlikten kovulmuş zar zor okuyan bir çocuktum. Bunların içerisinde Fazıl Hüsnü Dağlarca, Cahit Sıtkı Tarancı var. Sonradan öğrendim ki, ortalıkta ne kadar şair varsa hepsi katılmış. Birincinin armağanı olan 2000 lirayı almak için. Şimdi ondan sonra büyük tartışma çıkmış. Şiir tarzından Fazıl'ı, Cahit'i tanıyorlar. Diyorlar ki, “Cahit varken, bu tanımadığımız bir herif. Bunu biz birinci nasıl yaparız.” Tartışma kıyamet, Bu tartışma sürerken o kadar şiddetle ve şirretle (şirret bir adamdı Ataç çok) tepinmiş ki mecbur olmuşlar beni ikinci ilan etmeye, birinci yapamamışlar. Üçüncü de Fazıl'ı yapmışlar ve böylece sonuçlanmış. Ve ilân edildikten çok kısa süre sonra da ben kitap yayınladım. Benim kitabım çıkar çıkmaz ilk övücü yazıyı da Ataç yazdı. Şimdi beni çok öven ve tutan bir adam bu. Ben çıkıyorum. Onun yazdığı yazılara tepeden aşağı giydiriyorum. Kafasının tası attı. Ondan sonra biz uzunca bir süre tartıştık birbirimizle. Müthiş hakaretler ederdik birbirimize. Çünkü duygusal bir adamdı Ataç. Mantıklı değildi. Onun için çok ciddi bir tartışmadır o. Yani, hayal kırıklığına uğramıştı bende. “Ben bu adamda neler buldum. Komünist çıktı alçak.” Buna kızıyordu.
CAFER VAYNİ: Propagandist bir tarzınız var gibi geldi bana. Sizce de öyle misiniz?
ATTİLÂ İLHAN: Benim uzmanlık dalım söylediğim gibi propaganda ve ajitasyon.
CAFER VAYNİ: Saadet Hepimize Mahsustur romanında Atilla İlhan kendisini mi anlatıyor?
ATTİLÂ İLHAN: Saadet Hepimize Mahsustur da kendimi anlatmıyorum. Saadet Hepimize Mahsustur benim ilk romanım değildir. Dördüncü veya beşinci romanımdır. Benim ilk yayınlanan romanım Sokaktaki Adam onuncu romanındır. On tane yazdım ben daha evvel. Beğenmedim. Saadet Hepimize Mahsustur'u da nitekim beğenmedim, yarıda bıraktım. O nedenle neşretmedim. Bu daha çok o zamanlar okuduğum Emile Zola ve Balzac'ın etkisindedir. Yani, 19. asrın roman tekniğiyle yazılmak istermiş bir romandır. Tabi önemli yanı şu. O yaşlarda bir adamın -20'li yaşlardayım- bu kadar kapsamlı bir konuyu yazmaya kalkışması ilginç. Orada iki-üç aile alınmıştır. Her birinin kendi ilişkileri, birbiri arasındaki ilişkileri tartışılır. Kendimi anlatmadım. Saadet Hepimize Mahsustur'da.
Ben hiç bir romanımda kendimi anlatmadım. O, ilk kitapları yayınlamamamın sebebi bu. İlk romanda insanlar kendilerini anlatırlar. Kendimi anlatan bir roman
yazmak istemiyordum. Onun için ilk romanları harcadım ben. Bunda acaba ben mi varım? diye. Ama buna, insanlar o kadar alışmışlar ki, Sokaktaki Adam çıktığı zaman onun kahramanını ben sandılar. Ve bana gelirlerdi. Abi ya hadi gel, seninle sabaha
kadar içelim derlerdi. Hâlbuki ben içki içmiyorum. Yani o yüzden, o yanılgı oldu. Yalnız, ben yazdığım kahramanların havasına girerim. Ve çok somut yazarım. İnsanlar
çok somut olarak ortaya çıkarlar. Mesela O Karanlıkta Biz’i okursan göreceksin. Orada Ahmet Ziya diye bir komünist lider tipi var. Birçoğu onu ben sanmışlar. O da ben
değilim. Çok detaylı ve gözünün önüne gelebilecek bir biçimde anlatıyorum. O zaman sanıyorlar, diyorlar ki bu olsa olsa kendisi. Hayır, değil. Kendim hiç bir romanımda yokum aslında, olduğum gibi. Sanıyorum hepsini cevaplandırdık.
CAFER VAYNİ: Evet efendim.
ATTİLÂ İLHAN: Takıldığın yer olursa telefon et. Esat Adil'le ilgili Enver Aytekin de konuşabilir. Balıkesir'de bir arkadaş onun Belçika'ya gitmeden evvel, Balıkesir'de dergilerde çıkan yazılarını topluyor. Onun adı İbrahim Oluklu ve orada Milli Eğitim Müdürlüğü’nde bulabilirsin. Balıkesir'deki üniversitede de hocalık yapıyor. Tezde hayli ilerlemişsin Çok iyi.
CAFER VAYNİ: Çok teşekkür ederim efendim.
ATİLLÂ İLHAN’IN BİYOGRAFİSİ
ATTİLÂ İLHAN’IN BİYOGRAFİSİ
15 Haziran 1925'te Menemen'de doğdu. İlk ve orta eğitiminin büyük bir bölümünü İzmir ve babasının işi dolayısıyla gittikleri farklı bölgelerde tamamladı. İzmir Atatürk Lisesi birinci sınıfındayken mektuplaştığı bir kıza yazdığı Nâzım Hikmet şiirleriyle yakalanmasıyla 1941 Şubat'ında, 16 yaşındayken tutuklandı ve okuldan uzaklaştırıldı. Üç hafta gözetim altında kaldı. İki ay hapiste yattı. Türkiye'nin hiçbir yerinde okuyamayacağına dair bir belge verilince, eğitim hayatına ara vermek zorunda kaldı. Danıştay kararıyla, 1944 yılında okuma hakkını tekrar kazandı ve İstanbul Işık Lisesi'ne yazıldı. Lise son sınıftayken amcasının kendisinden habersiz katıldığı CHP Şiir Armağanı'nda “Cebbaroğlu Mehemmed” şiiriyle ikincilik ödülünü pek çok ünlü şairi geride bırakarak aldı. 1946'ta mezun oldu. İstanbul Hukuk Fakültesi'ne kaydoldu. Üniversite hayatının başarılı geçen yıllarında Yığın ve Gün gibi dergilerde ilk şiirleri yayınlanmaya başladı. 1948'de ilk şiir kitabı Duvar'ı kendi imkanlarıyla yayınladı.
1949 yılında, üniversite ikinci sınıftayken Nâzım Hikmet'i kurtarma hareketine katılmak üzere ilk defa Paris'e gitti. Bu harekette aktif rol oynadı. Fransız toplumu ve orada bulunduğu çevreye ilişkin gözlemleri daha sonraki eserlerinde yer alan bir çok karakter ve olaya temel oluşturmuştur. Türkiye'ye geri dönüşünde sıklıkla başı polisle derde girdi. Sansaryan Han'daki sorgulamalar ölüm, tehlike, gerilim temalarının işlendiği eserlerinde önemli rol oynamıştır. Bir kaç kez gözaltına alındı.
1951 yılında Gerçek gazetesinde bir yazısından dolayı hakkına soruşturma başlayınca Paris'e tekrar gitti. Fransa'daki bu dönem Attilâ İlhan'ın Fransızca'yı ve Marksizmi öğrendiği yıllardır. 1950'li yılları İstanbul - İzmir - Paris üçgeni içerisinde geçiren Attilâ İlhan, bu dönemde ismini yavaş yavaş Türkiye çapında duyurmaya başladı. Yurda döndükten sonra, Hukuk Fakültesi'ne devam etti. Ancak son sınıfta gazeteciliğe başlamasıyla beraber öğrenimini yarıda bıraktı. Sinemayla olan ilişkisi, yine bu dönemde, 1953'te Vatan gazetesinde sinema eleştirileri yazmasıyla başlar.
1957'de gittiği Erzincan'da askerliğini yaptıktan sonra, tekrar İstanbul'a dönüş yapan Attilâ İlhan sinema çalışmalarına ağırlık verdi. 15’e yakın senaryoya Ali Kaptanoğlu adıyla imza attı. Sinemada aradığını bulamayınca, 1960'ta Paris'e geri döndü. Sosyalizmin geldiği aşamaları ve televizyonculuğu incelediği bu dönem, babasının ölmesiyle birlikte yazarın İzmir dönemini başlattı. Sekiz yıl İzmir'de kaldığı dönemde, Demokrat İzmir gazetesinin başyazarlığını ve genel yayın yönetmenliğini yürüttü. Aynı yıllarda, şiir kitabı olarak Yasak Sevişmek ve Aynanın İçindekiler serisinden Bıçağın Ucu yayınlandı. 1968'te evlendi, 15 yıl evli kaldı.
1973'te Bilgi Yayınevi'nin danışmanlığını üstlenerek Ankara'ya taşındı. Sırtlan Payı ve Yaraya Tuz Basmak 'ı Ankara'da yazdı. 81'e kadar Ankara'da kalan yazar Fena Halde Leman adlı romanını tamamladıktan sonra İstanbul'a yerleşti. İstanbul'da gazetecilik serüveni Milliyet ve Gelişim Yayınları ile devam etti. Bir süre Güneş gazetesinde yazan Attilâ İlhan, 1993-1996 yılları arasında Meydan gazetesinde yazmaya devam etti. 1996’dan 2005’e kadar Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde yazdı. 1970'lerde Türkiye'de televizyon yayınlarının başlaması ve geniş kitlelere ulaşmasıyla beraber Attilâ İlhan da senaryo yazmaya geri dönüş yaptı. Sekiz Sütuna Manşet, Kartallar Yüksek Uçar ve Yarın Artık Bugündür halk tarafından beğeniyle izlenilen diziler oldu. Attilâ İlhan, 10 Ekim 2005 tarihinde geçirdiği bir kalp krizi sonucu hayatını kaybetmişti.
VAYNİ, Cafer
Toplumbilimci. 5 Mart 1968, Gülyalı / Ordu doğumlu. İlk ve ortaokulu Gülyalı'da okudu. Ordu Lisesi (1985), İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü (1994) mezunu. Aynı yıl Prof. Dr. Ümit Meriç nezaretinde yüksek lisans çalışmalarına başladı. 1998 yılında Türkiye Sosyalist Partisi ve yayın organları Gerçek ile Gün gazetelerini ele aldığı tezi ile yüksek lisansını tamamladı. Halen İstanbul'da sosyoloji öğretmenliği yapmaktadır. Genç Sosyologlar Derneği, Türkiye Yazarlar Birliği üyesidir. Yazı çalışmalarına 1992'de, Yeni Düşünce gazetesinde başladı. Sonraki yıllarda dizi yazı, röportaj, makale ve denemeleri Yeni Şafak, Zaman, Gündüz ve Muhalif gazeteleri ile; Avaz, Sandal, Kültür Dünyası, Türk Edebiyatı, Genç Erenler, Alperen, Genç Arkadaş, Ülkü Ocağı, Ülkü Ocakları, Ülke ve Çerçeve dergilerinde yayımlandı. Kültür Dünyası dergisinin 1997 yılı açtığı yarışmada deneme dalında mansiyon aldı.
2003 yılında Prof. Dr. Ümit Meriç ve Dr. Ayşenur Kurtoğlu ile birlikte İstanbul Büyükşehir Belediyesi adına Kentli Yaşam Kılavuzu'nu hazırladı.Bu kılavuzda yazdıkları İstanbullu olmanın 34 altın kuralı, İstanbul Televizyonu'nun test yayını aşamasında uzun süre yayımlanarak "kentli olmak yönünde" önemli katkı sağladı.
ESERLERİ:
Erol Güngör (2002), Cemil Meriç (2002).
Yazarın e-posta adresleri:
Cafer_vayni@ttnet.net.tr
cafervayni@hotmail.com
Cafer_vayni@hotmail.com
Kaynak:www.sanatalemi.net
Okunma Sayısı :
1808
31 Mart 2008