NECİP FAZIL VE YUNUS EMRE
Necip Fazıl’ın şiir kitabında kendilerine şiir ithaf ettiği sayılı isimlerden birisi de Yunus Emre’dir. Çile’nin “Kahramanlar” bölümünde Yunus Emre ile ilgili iki şiir bulunmaktadır. Bunlardan ilki Necip Fazıl’ın Paris dönüşü yazdığı “ Yunus Emre” diğeri ise 1972 yılında yayımlanan “Bizim Yunus” isimli şiirlerdir. Bu şiirlerden ilkinin 1926 yılında yayımlandığı dikkate alınacak olunursa iki şiirin yayımlanış tarihi arasında 47 yıllık bir zaman mesafesi olduğu görülür. Bu durum Necip Fazıl’ın Yunus Emre’ye ilgisinin hep devam ettiğini gösterir. Çünkü bu geçen yıllar içinde Necip Fazıl’ın iki çalışması daha olmuştur ki, bu çalışmalar da bu ilginin devamlılığının bir başka tezahürüdür. Bunlardan ilki 1966 yılında yazılan “Yunus Emre” isimli tiyatro eseridir. Necip Fazıl, ayrıca 1962 yılında Milliyetçiler Derneği’nde “Yunus Emre Hassasiyeti” konulu çok önemli bir konferans vererek Yunus’un kendisi ve bizim için ne ifade ettiğini ve etmesi gerektiğini ortaya koymuştur. Yine pek çok yazı ve konuşmasında özellikle “Dini hassasiyet” meselesi söz konusu olduğunda onun atıfta bulunduğu isimler arasında Yunus Emre mutlaka yer almıştır. Bütün bunların ortaya çıkardığı gerçek şudur: Necip Fazıl, Yunus Emre ile sürekli olarak ilgilidir ve ona karşı bir sevgi ve hayranlığı söz konusudur.
Necip Fazıl’ın Yunus Emre ile ilgisi birden çok faktörle açıklanabilir nitelikte bir ilgidir. Bunlardan ilki, Necip Fazıl’ın devri ile ilgilidir. Halk nezdinde şiirleri ve efsaneleştirilen kişilik ve hayatıyla sürekli ilgi ve saygıya mazhar olan Yunus Emre, aydınların ilgi alanına asırlar sonra girebilmiştir. Aydınlarımız, kültür ve sanat adamlarımız Türkçe’nin bu en büyük şairini 20. yüz yıl başlarında ancak tanıyabilmişlerdir. Bu tanıma ve tanışmanın ilk belirtileri Milli Edebiyat devrinde ortaya çıkmıştır. Tanzimat’tan sonra kadim iklimini Batı’dan esen rüzgarlarla kucaklaştıran edebiyatımız, Millî Edebiyat döneminde kendine millî ve yerli bir kaynak arayışına girişmiş ve keşfettiği büyük zenginliklerden en önemlisi Yunus Emre olmuştur. Cumhuriyet döneminde ise yine Batı’dan esen rüzgarlarla Batı’nın pozitivist, materyalist akımlarıyla savrulup kendini kaybeden aydınlar, yine dertlerine şifa sadedinde ve Batı’dan neşvünema bulan mistisizme sarılmışlardır. Neden sonradır ki, tasavvufla olsa olsa zahiri renkleri örtüşen bu akımın derde deva olamayacağı asıl şifalı iklimin tasavvuf iklimi olduğu neden sonra anlaşılmış ve aydınların yolları mistisizm yoluyla da olsa Yunus’a çıkmıştır. Burada Milli Edebiyat devri içinde Fuat Köprülü’yü, Cumhuriyet devri içinde ise Burhan Toprak’ı ise özellikle anmak gerekecektir. Onların Yunus’la ilgili çalışmaları iklimimizde Yunus çiçeklerinin açmaya başlamasına vesile olmuştur.
Necip Fazıl’ın Yunus ilgisinde bütün bunların etkisi söz konusu ise de şu ilginç noktayı da göz ardı etmemek gerekir. Necip Fazıl’ın Yunus’u keşfi Cumhuriyet devrinde Alp dağlarında birden bire Yunus’u keşfetmenin heyecanıyla ülkede Yunus rüzgarları estiren Burhan Toprak’tan çok önce gerçekleşmiştir. Bu durum, bir tesadüf olarak açıklanamaz. Burada başka sebeplerden söz etmek gerekecektir. Bu sebeplerin en önemlisi Necip Fazıl’ın irsiyeti ve ruh özellikleridir. Daha çocuk yaşta iken korku, vehim, yalnızlık, varlık, yokluk, ölüm gibi konularla ruhen iç içe yaşamış olan Necip Fazıl, benzer bir kaderi Yunus Emre’de görmüş olacak ki daha ortada bir Yunus rüzgarı tam olarak yokken o, Yunus’a ulaşmış ve yukarıda bahsettiğimiz Yunus Emre ile ilgili ilik şiirinde “ Rüzgara bir koku ver ki hırkandan/ Gideyim izine doğru arkandan/ Bırakmam tutmuşum artık yakandan/ Medet ey dervişim Yunus’um medet...” diye seslenmiş, “mavera humması” içinde boğulurken Yunus’un şahsında ötelerin sesini ve kokusunu duymuştur. Yani yaşadığı kriz yolunu ister istemez tasavvufa çıkarmış, sezişle de olsa Yunus’a yaklaşmıştır. Fakat, Yunus’un “Bizim Yunus” olması yani bu özge dünyanın mütevazi ve derin bir mimarı olarak anlaşılması daha sonraları tasavvufun imkanlarıyla gerçekleşmiştir.
Necip Fazıl’ın bu anlamda Yunus’u tanımasında dolayısıyla tasavvuf meselesiyle yüzyüze gelmesinde doğrudan etkili bir isim vardır ki, Necip Fazıl, o tarihten sonra tasavvuf vadisindeki asıl manalı arayışına girişmiştir. Bu isim Necip Fazıl’ın dar’ül fünun’da edebiyat hocalığını yapan İbrahim Aşkî Bey’dir. Necip Fazıl’ın “derin irfan sahibi” olarak resmettiği bu hoca, ona yine kendi ifadesiyle “ istekli olduğu dünyadan belki derme çatma, fakat ilk adresleri veren” kişi olmuştur. Hocanın verdiği Semerat”ül Fuad ve Divan-ı Nakşî isimli eserler zaten uzaktan uzağa da olsa irsiyetinin ve ruh halinin tesiriyle tasavvufi bir duyarlığa sahip olan Necip Fazıl’ı bu iklimin içine iyice sokar. Belki yine denizin kıyısındadır, henüz içine girmemiştir fakat, denizin derinliğini tahayyül edebilmekte, dalgalarını hissedebilmektedir. Ruhu “ akşam ıssızlığı”na çevrilmiş, baş mesele olarak Allah’ı düşünmektedir.
Necip Fazıl’ın bütün bu sancılardan sonra yeniden doğuşu “Efendim, kurtarıcım, müjdecim” dediği şeyhi Abdülhakim Arvasi ile tanışmasından sonra gerçekleşir. 1934 yılı yani bu tanışmanın gerçekleştiği tarih, Necip Fazıl için çok önemlidir ve hayatında, sanatında ve mücadelesinde yeni bir başlangıcın tarihidir. İşte bu tanışmadan sonradır ki Necip Fazıl, uzaktan uzağa kokusunu duyduğu bu yeni dünyanın içine girer ve Yunus’la asıl buluşması, yedi asırlık bir zaman diliminde mana aleminde, aynı dünyanın ikliminde gerçekleşmiş olur. Artık Yunus “Bizim Yunus” tur. Bu yolun yedi asır öncesi erlerinden hatta kahramanlarından birisidir. Bu öylesine bir kader birliğidir ki, müşterek meseleleri, tasavvuf meselesi dışında, aralarında pek çok yönden bir dil, duygu, düşünce, tavır birliği söz konusudur. Yaşadıkları devrin özelliklerinden kullandıkları dile ve tesirlerine kadar aralarında pek çok yönden münasebet ve ilgi kurmaya müsait bir durumu ortaya çıkarır.
Bunlardan ilki yaşadıkları devrin ve içine doğdukları cemiyetin şartları noktasındaki şaşırtıcı benzerliktir. Yunus Emre, Selçuklu devletinin yıkılış ağıdı ve Osmanlının kuruluşunun şafak türküsüdür. Bu iki zıt durum ve ortam içinde Yunus, bir yandan yıkılışın ruhlarda ortaya çıkardığı yaraları kapatmaya, sahih bir İslâm anlayışının yeniden inşasına çalışmışsa, öte yandan da bunu Türkçe’yi yeni ve zengin bir edebiyat dili olarak gerçekleştirmesiyle bir misyonun şairi olur. Benzer bir durum Necip Fazıl için de söylenebilir. Hece ve Türkçe adeta onunla yeniden kendine gelir ve güzelleşir. İfade imkanlarını artırır ve en önemlisi şiirimiz metafizik bir muhteva kazanır. İnsan ve onunla ilgili meseleler yeniden şiirin konusu olur. Unutulmamalıdır ki, Necip Fazıl, bu misyonu yerine getirirken o da ruh akrabası Yunus gibi iki zor dönemin arasında bir çıkış tüneli olmuştur. 1. Dünya savaşı, Osmanlı’nın yıkılışı, yeni devletin kuruluşu, yeni telakkilerin dine muhalif bir özellik taşıması, eğitimin pozitivist bir temele dayandırılması, Cumhuriyet Türkiyesi’nde de önemli ruhsal, düşünsel problemlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Necip Fazıl’ın şiirinin muhtevası ve edebiyat ve fikir hayatımıza getirdiği soluk bu bakımdan Yunus Emre’ninki ile aynıdır. Her ikisinin de referansları İslam’dır. Üstelik onu sadece zahiri boyutuyla değil aynı zamanda derinliğiyle kavrama ve anlatma çabasıdır. Necip Fazıl, bu anlamda devir ve şahsiyet farklılıkları unutulmamak şartıyla tıpkı Yunus gibi yeni bir iklimin inşacısıdır. Bu durum bir bakıma onu 20. Yüz yıl Yunus Emre’si gibi görmemize imkan verir. Yani o da bir misyon şairidir.
Öte yandan şiirlerinin temalarında da müştereklik söz konusudur. Yine devir, şahsiyet ve yaklaşım farklılıkları unutulmamak kaydıyla iki şairin de neredeyse tapa tıp aynı meselerle iç içe oldukları görülür. Bunlar varlık, yokluk, ölüm, ahiret, Allah gibi hep olan ve kıyamete kadar uğraşılması söz konusu olan ebedi ve ezeli meselelerdir. Necip Fazıl’ın bu temaları işlediği şiirlerindeki duruşunda elbette kendine görelik vardır ama bu durum Yunus’la aralarında bir münasebet kurmamızı asla imkansız kılmaz. Hele Necip Fazıl’ın son yıllarda yazdıkları tam bir Yunus Emre iklimi şiiridir. Baştaki bunalım ve arayışı onda önceleri felsefe yani mistik temayüller şekillendirmiş olsa dahi yolu giderek felsefeden tasavvufa kaymış ve Yunus’la müştereklik çizgileri hep artmıştır. Mesela, işte ölüm ve mezarlık meselesi ve iki şairin farklı zamanlardan olaya bakışlarındaki ve anlatışlarındaki benzerlik... Yunus Emre “Başları ucunda hece taşları/ Ne söylerle ne bir haber verirler” derken Necip Fazıl bu durumu “ Mezarlarda susarken dilsizler dudaksızlar” diye resmeder. “Kimisinin üzerinde biter otlar/ Kimisinin başında sıra serviler...” mısralarını Yunus söylerken Necip Fazıl’ın “ Üstlerinde ot biter, kuş öter, arı vızıldar...” bu iki şairin ruh akrabalığını göstermez mi? “Ne cennet tasası ne cehennem, sadece Allah’ın rızası” diyen Necip Fazıla “Cennet cennet dedikleri/ Birkaç köşkle birkaç huri/İsteyene ver onları/Bana seni gerek seni” diyen Yunus da aynı idrakin renklerini görmek çok mu zordur?
“İmanı hayatın ve varlığın temel dinamiği haline getirmek...” Tasavvuf şiiri bütün büyük şairlerinin şiirleriyle bu arzunun içinde olan bir şiir değil midir? Yunus’un söylemi bu inkılabın daha çok iç alemimizde olması gerektiği gibi bir izlenim verebilir. Ama unutmayalım ki, içini böyle yenileştiren, dışına da aynı güzellikleri yansıtmayacak mıdır? Yunus, bunu sessiz bir nida halinde ifadelendirirken Necip Fazıl’ın ondan farkı, bu fikri yüksek sesle terennüm etmesidir. Değilse “ Biz şiiri iman için bilmişiz.” Diyen Necip Fazıl’ı asla Yunus’tan farklı görmek mümkün değildir. Bir beste farkıdır onların ki; güfte hep aynıdır. Dolayısıyla her ikisi de sözü bir emanet belleyip, bunu yüklendikleri misyonun bir gereği olarak kullanmışlardır. İkisinin de bu anlamda nefsi olarak bir şairlik iddiaları yoktur. İkisinin de biricik meseleleri sonsuza, Allah’a varmaktır. Bu noktada özellikle Necip Fazıl’ın şiirini asla “ben” şiiri olarak görmek doğru olmaz. Onda “Biz” , “Ben” olarak tecelli etmiştir. Çilesi bir ferdin çilesi, yani şahsi bir çile olarak görünse bile, cemiyetin hatta bütün bir insanlığın çilesidir.
İslâm’ın şiir yoluyla ifadesi, her ikisinde de imanı estetik bir tavıra da dönüştürmenin ilginç ve güzel bir yoludur. Burada dili kullanma niyet ve ustalıklarından da söz edilmelidir. Yunus’ta Türkçe, Selçuklu devrindeki zayıflığından kurtularak yeni bir edebiyat diline dönüşürken aynı durum Necip Fazıl’ın dili için de söylenebilecek bir husustur. Her iki şair de Türkçe’yi adeta kanatlandırırlar, metafizik meselelerin, moral değerlerin ifadesini yüklenebilecek bir dil haline getirirler. Türkçe, onlarla ahenk noktasında da önemli bir zenginliğe ulaşır. Hece vezni bu noktada bir Yunus’ta , bir Necip Fazıl’da güzelleşir.
Necip Fazıl’ın Anadoluculuk fikriyatı da Yunus Emre ile bir başka münasebet noktasıdır. Yunus, efsanelerden çıkarılan bilgiye göre nasıl ayağında çarık elinde asa, köy köy, kasaba kasaba Anadolu’yu gezmiş ve insanları Mutlak’ın sesine çağırmışsa aynı tavrı Necip Fazıl da göstermiştir. Necip Fazıl, şiiriyle daha çok, aydınlar katına seslenirken gazete yazıları ve konferanslarıyla Anadolu insanına ulaşmıştır. O zamanki şartlar içinde Anadolu’da gitmediği kasaba, ilçe ve il neredeyse kalmamıştır. Bu tavrın Cumhuriyet devrinde ikinci bir örneği gösterilemez. Bugün bu anlamda Necip Fazıl’ın sesini duymamış, ondan nasiplenmemiş bir tek insandan bile söz etmek çok zordur. Ve bu gün Türk Edebiyatına bakıldığında mektebe, mabede, meydana, kahveye, sinemaya, tiyatroya... bunların hepsine birden girmiş sayılı şair vardır. Bu isimlerden yine en önemli ikisi Yunus Emre ile Necip Fazıl’dır. Bu iki önemli isme burada Âkif’i de eklemek gerekecektir. Dolayısıyla Anadolu insanı aydın, okumuş, münevver... ne dersek diyelim bu kırattaki adamlar olarak yanında bu şairleri bulmuştur.
Yunus Emre ile Necip Fazıl hakkında yapılacak kapsamlı incelemeler, ortaya eminim ki daha şaşırtıcı benzerlikler çıkaracaktır. “Ver cüceye onun olsun şairlik/Benim gözüm büyük sanatkarlıkta” diyerek bütün bir dikkatini “öteler”e yönelten Necip Fazıl ile her mısraı bir Rabbani ilhamın eseri olan yunus Emre, bu iki büyük mustarip, iki dev çile şairi Türkçe’nin bu iki virtiözu, yaşadıkları devirlerin iki büyük fikir, sanat ve ruh mimarı, iman, ilim, sanat ve cemiyet hayatımız için büyük bir imkan, nimet ve kısmet olma özelliklerini bu gün de sürdürmektedirler. Zamanın, nisyanın eleğinde yok olmayan bu iki gönül eri hep ezeli meselelerin sesi oldukları için her dem diri ve tazedirler. Bütün bu tesbitlerden sonra şunu da söylemek sanırım doğruyu ifade etmek olacaktır. Necip Fazıl, bu çağın Yunus Emresi’dir. Bu tesbiti iddialı bulanlar ise her halde şu cümleye katılırlar: Necip Fazıl, Yunus Emre’nin çağdaş bir yorumcusudur.
NECİP FAZIL’IN ŞİİRİ
Necip Fazıl, şiir, hikaye,roman,hatıra, tiyatro, makale, fıkra ve inceleme dallarında eser vermiş bir şahsiyettir. Ayrıca Onun fikir adamlığından, mücadeleci kişiliğinden de söz etmek gerekir. Yine gazeteciliği, dergiciliği, yayıncılığı söz konusudur. Sözü uzatmamak için ondan bahsederken çok yönlü bir sanat, fikir ve aksiyon adamıydı demek herhalde en doğrusu olacaktır. Ama bütün bunlar bir yana Necip Fazıl ‘ın yaşarken ve ölümünden sonra en önemli özelliği şairliğidir. Zira hayatında, kişiliğinde ve diğer türlerdeki eserlerinde bu şairlik vasfı hep öne çıkmış ve bundan dolayı daha hayatta iken kendisine “şairler sultanı”payesi verilmiş, Türkçe’nin Sultanı”,”Türkçe’nin süvarisi” gibi sıfatlarla anılmıştır. Neydi Necip Fazıl ‘ı böylesine “büyük şair”yapan sır? Bu yazıda, bu sorunun cevabını vermeye çalışacağız.
Necip Fazıl ‘ın bir şair olarak edebiyat dünyamıza girişi, Cumhuriyet’in ilk yıllarına rastlar. İlk şiiri “Örümcek Ağı” 1922’de “Yeni Mecmua”da yayımlanır. İlk şiir kitabı da aynı adla 1925’te çıkar. Bu kitabı 1928’de çıkan “Kaldırımlar”^ve 1932’de yayımlana “Ben ve Ötesi” takip eder. Yayımlanan her şiiri ve kitabı o yıllarda bir “olay” olur ve edebiyat çevrelerinin ilgisini çeker. Necip Fazıl ‘ın bu ilk dönem şiirlerinin karşılaştığı bu ilgiyi anlayabilmek için o devrin şiir olaylarına da bakmak gerekecektir. Türk şiiri o yıllarda Milli Edebiyat ve sonrası şiirinin bir devamı durumundadır. Bu şiiri ortaya çıkaran şartlar ise toplumu derinden sarsan savaşlar, ihtilâl ve inkılaplar, toplumsal ve kültürel krizlerdir.
Bütün bu olaylar, şiir dünyamızı derinden etkilemiş, şairlerimizin pek çoğu şiirlerinde sosyal meselelere yer vermek durumunda kalmışlardır. Şiirin, yapısı gereği bu ağır yükü kaldırabilmesi elbette düşünülemezdi. Bu yüzden o yıllarda Türk şiiri estetik bakımından oldukça zayıflamış, sathileşmiş kısacası şiiri şiir yapan özelliklerden epeyce uzaklaşarak “manzume”ye dönüşmüş, hatta yer yer ideolojik bir şiir haline gelmişti. Öte yandan yine o yıllarda bir “değerler kaybı”ndan ya da “savaş”ından da söz etmek gerekecektir. Osmanlı devleti yıkılmış. Yeni değerler üzerine bina edilen bir sistem kurulmuştur. Osmanlı’nın yıkılması, ona ait değerlerin de menfi bir tavırla ele alınmasına sebep olmuştur. “Eskiyi unut, yeni yolu tut...” prensibi. Eski diye vasıflandırılanların hakarete uğramasına, yeni yolun ise aşırı bir duygusallıkla yüceltilmesine yol açmıştır. Bu kargaşa ortamında büyük çapta değerler karmaşası yaşanmış, sanatkarlar kendilerini âdeta bir “boşluk”ta hissetmişlerdir. Bu boşluk neticesindedir ki, yeni arayışların içine giren aydınlar ve sanatkarlar, kendi değerlerinden uzaklaşarak yabancı ideolojilerin kucağına düşmüşlerdir. Batıcılık ve marksizm, rağbet gören ideolojiler haline gelmişlerdir. Bütün bu gelişmelerin şiirimizi de etkileyeceği muhakkaktır.
Necip Fazıl, böylesi bir şiir ortamında yeni bir yolun izleyicisi hatta açıcısı olmuştur. İlk şiirleri bu bakımdan devrin şiirine bir “tepki” mahiyetindedir. Milli Edebiyat’ın sade Türkçe ve hece ölçüsü ile şiirler yazma ilkesine bağlı kalmakla birlikte, “saf şiir”e giden yolu açmıştır. Bu şiirin temel meselesi ise “irnsan”dır. O zamana kadar ihmal edilen insanın yalnızlığı, vehimleri, korkuları, insanın hissetmesi gereken varlık, yokluk, hayat, ölüm, inanç, inkar gibi meseleleri Necip Fazıl ‘la beraber şiirin yeniden temel konuları haline gelmiştir. Avrupai bir şiir tekniğine de yaslanan Necip Fazıl , edebiyatımızın geçmişte hiç de yabancısı olmadığı bu konuları işlerken, trajik olanın hassas atmosferinde, varlıın ve yokluğun sırlmarını kurcalayarak onların ötesinde bir arayışı seslendirir. Ama bu sıkıntılar, sadece bireyin sıkıntıları değildir. Bu sıkıntılar, bir milletin toptan yaşadığı sıkıntılardır. Esas problem de maddi olandan önce manevi olandır. Ne var ki, sıkıntı dile getirilirken sadece sorular sorulmakta v ebir hesaplaşmaya gidilmemektedir. Çözüm için söylenen fazla bir şey yoktur. Bu konudaki gelişme, şairin ikinci dönem şiirinde karşımıza çıkacaktır.
Necip Fazıl, kendi şiirini şu şekilde tasnif eder:”O’ndan önce, O’nunla beraber ve O)ndan sonra”. Necip Fazıl ‘ın “O” dediği zat, Nekşi şeyhi Abdülhakim Arvasi’dir. İşte onun dânâ ve mistik şiire yönelmesi devrin büyük gnül insanı bu büyük zatla tanışması ile başlar. Şeyhi ona, kendi ifadesiyle “Çocukluğunda ve ilk gençliğinde masal gibi bir rüya ikliminden topladığı aydınlık ve dümdüz bir gerçeği göstermiştir.” Necip Fazıl , ilk dönem şiirlerinde “bu gerçek”i zaten el yordamı ile kurcalamaktadır. Şimdi ise onu bütün güzelliği ve zenginliği ile kendisine açıklayan bir yol göstericiyi bulmuştur. İşte !”Çile” şiiri devrin maddeci anlayışına tam bir reddiye niteliğindedir ve şairin yeni şiir yolunun ilk kilometre taşlarını göstermektedir. Şiiri, bu gelişmeyle bir muhteva zenginliği kazanırken asla biçimsel bir zayıflığa da düşmemiştir. Özellikle Garip akımıyla ve Beş Hececiler’in sathî tutumuyla iyice sıradanlaşan Türk şiiri Necip Fazıl’la hem muhteva hem de şekil bakımından mükemmelliğe ulaşmıştır.
Fert planında problemi bu şekilde çözen Necip Fazıl , şiirinin üçüncü döneminde ise tam bir destan şairidir ve bütün dikkatiyle cemiyete yönelir. Artık, mutlak gerçeği arama, bulma aşamaları tamamlanmış, iç benlik hesaplaşmaları durulmuş, tabiat, ölüm gibi aslî temalar şiire yeniden kazandırılmış ve sıra yeniden cemiyete gelmiştir. Bundan böyle bir misyon şairidir Necip Fazıl . “Muhasebe” şiiriyle bu tavrını açıkça ortaya koyan şair, bilhassa “Sakarya Türküsü”şiiriyle meydanlardadır. Bu şiirde temsil yoluyla Sakarya’yı kişileştiren şair, onun şahsında mazlum Anadolu’yu ve insanını bütün meseleleri ile kucaklar. Tarihî oluşumları sorgular. Toplumsal ve milli meseleler, birer birer teşrih masasına yatırılır ve çözüm yolları gösterilir. “Son peygamber”in kılavuzluğunda yeniden ayağa kalkmak gerektiğini söyler.
Necip Fazıl , bu yazıda özetlemeye çalıştığımız Türk şiirindeki şekil ve muhteva alanında yaptığı yeniliklerin ötesinde bir başka açıdan da dikkati çeker. Gerçek şair, aynı zamanda şiir ve şiiri üzerinde düşünen adamdır. Yani bir peotikası olmalıdır şairin. İşte Necip Fazıl bunu yapmıştır. O, Türk şiirinde poetikası olan ender şairlerden birisi olarak karşımıza çıkar. Zira, o yıllarda fikrî bir temel bakımından Türk şiiri oldukça zayıf durumdaydı. Necip Fazıl , poetikasıyla yeni şiirin zeminini de hazırlamış oldu. Yapay sanat anlayışı tartışmalarına son noktayı koyarak “ Sanat sanat içindir.”, “Sanat toplum içindir.” Şeklindeki ikilemi, bütün bu fikirleri de içine alacak şekilde “Sanat Allah içindir.”^şeklideki bir formülle çözer. Böylece sanatı, aşkın bir kaynağa bağlar. Bunu da poetikasında şöyle belirtir: “ Ben, şiiri her türlü hasis gayenin dışında doğrudan doğruya zat gayesine-sanat için sanat-fakat kendi zat gayesinin sırrıyla da Allah’Âkif ve Allah’ın davasının topluluğuna-cemiyet için sanat-bağlı kabul etmişim.”
Şair, milletinin sözcüsü, yorumcusu ve gerektiğinde de yol göstericisidir. Necip Fazıl , bence bu önemli misyonu hakkıyla yerine getirmiştir..”Biz, şiiri iman için bilmişiz.” Diyerek bu milletin atan nabzı, çarpan kalbi, düşünen kafası, hisseden yüreği ve söyleyen dili olmuştur. Böylece söyleminde farklılıklar olsa da o, bir yandan 20.y.yılda Yunusların, Mevlanaların anlayışına uzandı. Öte yandan onda Fuzuli’den, Nef’i’den, Nabi’den, Karacaoğlan’dan, Köroğlu’ndan izler bulmak da mümkündür. Böylece devrinde tanık ve sözcü bir şair sıfatıyla buna mücadeleci bir tavrı da ekleyerek gerçek sanatkarın vasıflarının ne olması gerektiğini de sonraki nesillere öğretmiş oldu. İnsanımız, meselelerini onun dili v eyorumuyla yeniden öğrendi.
Çağdaş Türk düşünce ve sanatı, Necip Fazıl’Âkif bugün için de yeterince eğilmelidir. Özellikle şiirimizin hâlâ Necip Fazıl şiirini doğru anlamaya ve ondan beslenmeye ihtiyacı vardır. Bugün için serbest tarz, biçimi ve mantığı içinde ürünlerini veren şiirimiz kimi tıkanma noktalarını onun şiirine tekarar tekrar bakarak aşabilir. Necip Fazıl’ın şiiri konuları, temaları, dili, anlatımı ve dayandığı fikir temelleriyle yeni incelemelere, araştırmalara ve değerlendirmelere konu olmalıdır.
EDEBİYATIMIZDA “NESİL ÇATIŞMASI” VE NECİP FAZIL
Necip Fazıl, “İdeolocya Örgüsü” isimli eserini “Büyük Doğu” düşüncesinin “baş eseri” olarak kabul etmektedir. Çok yönlü bir sanatkar ve mütefekkir olma özelliğini taşıyan Necip Fazıl, “Büyük Doğu” olarak isimlendirdiği İslâm’ı anlama yöntemini geniş boyutlu olarak bu eserinde anlatır. Diğer eserlerinin ise “bu eserin belirttiği bina etrafında bir takım müştemilât” olduğunu belirtir. Bu ifadesine göre, Necip Fazıl’ın şiir, hikâye, tiyatro.... türlerindeki eserlerini “İdeolocya Örgüsü”nde bir bütünlük içinde ifadesini bulan İslâm tezinin edebî türlere anlatıldığı ve bu türlerin imkanlarıyla açılım kazanan eserler gözüyle bakabiliriz.
Necip Fazıl, hemen bütün eserlerinde, medeniyet değiştirme olayı ile ortaya çıkan ve zaman boyunca değişen nesiller arasındaki çatışmalara büyük önem verir. Yaşlı, orta ve genç nesiller arasındaki değerler çatışmasını, duygu, düşünce, inanç ve kişilik uçurumunu temellerindeki sebepler ve sonuçları itibariyle ayrıntılı bir biçimde anlatır. Bunu yaparken çoğu çağdaşı yazarlar gibi sadece “çatışma”yı sergilemekle yetinmez. Olayları belli bir dünya görüşünün perspektifinden yorumlar. Toplumda çeşitli etkenlerle meydana gelen yozlaşma ve yabancılaşmayı tarihi muhtevası içinde irdeler. Bu oluşumun belli sebepler sonucunda bu hale geldiğini, bu sebepler ortadan kalkınca da bu oluşumun tersine çevrileceğini sürekli vurgular. Ruhu çürütülmüş “kalp medeniyeti”nden uzaklaşmış ve sorunlarının farkında bile olmayan toplumun her şeye rağmen yine kendi içinde oluşları tersine çevirecek, temeldeki yanlışlığı düzeltecek, “mukaddes emanet”in takipçisi ve taşıyıcısı bir nesli çıkaracağı umudunu sürekli olarak okuyucusuna telkin eder. Ayrıca bu neslin ilk karakteristik örneklerini de verir.
Necip Fazıl’ın bakışı açısı yerlidir yani o İslâmî bir perspektife sahiptir. Sorunlara yaklaşırken batının, batılı düşüncelerin tutsaklığı içerisinde değildir. Onun çağdaşı olan çoğu yazarlarda ise toplumun uygarlık sorununa yaklaşım çok farklıdır. Onlar, uygarlık değiştirme olayının bir sonucu olarak ortaya çıkan “nesil çatışması”nı anlatırlarken Necip Fazıl’dan öncelikle bakış açısı olarak ayrı bir konumda yer alırlar. Batılı oluşumları yine batılı yaklaşımlarla değerlendirirler.
Bu yüzden onlar, peşin bir yenilgi duygusu içinde, bu yeni oluşumları çaresiz kabullenirler. Toplumda meydana gelen değişikliği, çağın getirdiği, karşı durulmaz olaylar olarak kabul ettikleri için hemeninden yeni şartlara toplumsal problemlerin çözümü için uyum sağlamayı zorunlu görürler. Bu gruptaki yazarlar, doğu-batı arasında tutarlı bir seçim yapamamış, buna karşın eğilimleri batıdan yana olan yazarlardır.
Batıcı düşüncenin bir uzantısı olarak gelen Marksizm’in düşünce köleliği içinde bulunan yazarlar ise, inanç verimlerinin toplumda etkinliğini yitirmekte oluşundan “sadistçe” zevk alırlar. Bunlar, inkarcı yazarlardır. Batılı düşüncelerin toplumda etkinliğini sağlama kavgasına adarlar eserlerini... Batılılaşmayı “çağdaşlık” olarak değerlendirerek, okuyucularını inanç verimlerine karşı olarak şartlandırırlar. Alkışladıkları, oluşmasına, güçlenmesine çalıştıkları “nesil” inkarcı bir nesildir.
Necip Fazıl, bütün bu düşünce köleliklerine karşı çıkarak, sorunu bir milletin uygarlık kavgasından da öte, bir “inanç-inkar” kavgası olarak ele alır. Bakış açısı bütün bir insanlık tarihini kuşatacak ölçüde bir genişlik taşır. Her türlü oluşumun tarihi, sosyolojik köklerine iner. Salt tesbitler yapmanın ötesinde, yorumlayıcıdır da....
Necip Fazıl’a göre, İslâm ruhundan ve ahlâkından uzaklaşmak, felaketlerimizin başlangıcı olmuştur. Ruhlarda meydana gelen inanç boşluğunun yerini batıcı düşünceler işgal etmiş, toplumda böylece inananlarla inanmayanların kavgası başlamıştır. Dış devletlerin zorlayıcı tavırları, aydınların gaflet ve ihaneti toplumdaki değerler bütününü sarsarak, toplumu bir medeniyet buhranıyla karşı karşıya getirmiştir. Gerçi insani kök sağlamdır. Ama orta nesil, kişiliksizliğin ve taklitçiliğin bütün hastalıklarını üzerinde taşımaktadır. Dolayısıyla onların yetiştireceği yeni nesil, tam bir inkarcı nesil olma özelliğine bürünecektir. Bütün bu olumsuzluklara rağmen İslâm ruhu, yaşlı neslin sağlam öz taşıyanlarından, diğer nesillere bir “bağış” gibi uzanmakta, böylece “nesil kavgası” bu iki ayrı kutupta bütün hızıyla yoğunlaşmaktadır.
Necip Fazıl’ın eserlerinde, inancın yeniden etkinliği adına savaş veren, bu yeni örnek nesil sürekli olarak gündemde tutulur. Batıcı yazarların eserlerinde ise bunlardan hiç söz edilmez.
Necip Fazıl’ın nesil çatışmasını en belirgin olarak verdiği eserleri “Ahşap Konak” ve “Mukaddes Emanet” isimli tiyatro eserleridir. Ahşap Konak üç katlı bir bina olup her katında zaman boyunca değişen nesillerin örnekleri olan aynı ailenin farklı düşünceler taşıyan kişileri oturmaktadır. Üst kat, “elleri titreyen büyükbaba” ile “kalp hastası” büyük anneye ait olup “namaz ve niyaz” katıdır. Bu katta ayrıca “konağın ruhu” sayılan ve büyükbabanın “canından daha kıymetli... En büyük Türk hattat ve tezhipçisinin elinden çıkma... babadan oğula miras... arapça bir yazı levhası” vardır. Bu kat, bu ayrıntılardan da anlaşılabileceği gibi manevi değerlere yürekten bağlı ve onların savunucusu olan “yaşlı” neslin katıdır. Levha ise bu değerlerin simgesidir. Recai ve Karısı Hacer, bu katta yaşlı neslin sözcülüğünü yapmaktadırlar.
“Orta kat”, “dul anne ve eksilmeyen misafirleri”nin oturduğu “morfin, kumar, vesaire katı”dır. Burada her türlü aşağılık eğlencenin, içkinin, uyuşturucunun, kumarın, fuhşun biçimlendirdiği bir hayat tarzına sahne olmakta, yozlaşma ve yabancılaşma en tipik örnekleriyle burada tezahür etmektedir. Recai ve Hacer’in dul kızı Belkıs, yaşantısıyla orta nesli en iyi ifade eden bir tiptir.
“Alt kat”, yaşlı neslin torunları Aysel, Yüksel ve arkadaşlarının (genç şair, genç ressam, Aysel’in nişanlısı ve Belkıs’ın jigolosu sprocu Tekin, birinci, ikinci ve üçüncü genç kızlar) ın bulundukları, “dans, içki, başıboşluk ve rezalet katı”dır. Yaş grubu nedeniyle bu kat içinde yer alan Yüksel’in bu özelliğinin dışında diğerleriyle ortak bir yönü yoktur. Saflığını yaşlı nesilde bulan değerlerin genç nesil arasındaki savunucusudur. Kendi neslini beğenmez. Eyüplü bir Müslüman aktarın “Allah’ı tanı, gerçek Müslüman ol, kurtul” diyerek gösterdiği yolun yolcusudur. Ayrıca müslüman oluşu dolayısıyla aktarın kızına da büyük bir sevgi beslemektedir. Dedesine göre "cinsinin çürüğünü görebilecek sağlam öz" taşımaktadır. Ve Recai dedenin umududur.
Eserdeki olaylar, her neslin kendilerine özgü düşünce ve yaşantıyı konak içinde hakim kılma mücadelesinde odaklaşmaktadır. Büyük babanın direnci ve Yüksel’in de genç nesil yanında yer almaması üzerine konakta tam bir etkinlik sağlayamayacaklarına inanan genç ve orta nesil mensupları kavgalarını konağın satılması üzerinde yoğunlaştırırlar.
Konağın satılması fikri buraya sonradan gelen Tekin tarafından ortaya atılmıştır. O, çevresindekileri de bu fikre inandırmıştır. Konağının en yatın mirasçısının Belkıs olması nedeniyle Tekin Aysel’in nişanlısı olmasına rağmen Belkıs’ın ahlaki düşüklüğünden faydalanarak onunla da beraber olmaya başlar. Belkıs’ı en zayıf noktasından yakalayan Tekin, onu sevdiğini, onunla evleneceğini konağın satılmasıyla elde edilecek parayla diledikleri hayatı yaşamak üzere Avrupa’ya gideceklerini söyleyerek onu kandırır.
Konağın normal yollardan Amerikalılara Recai’nin direnci yüzünden satılamaması üzerine Tekin daha korkunç bir plan kurar. Konak Hacer’in üzerine tapuludur. Recai direndikçe ve Hacer sağ oldukça bu plan gerçekleşmeyecektir. Geriye tek bir çare kalmaktadır: Hacer’in ölümü... Zaten Hacer hastadır ve kızı tarafından kendisine her gün kalp iğnesi vurulmaktadır. Eğer, ilaç çekmeden enjektör damara sıkılırsa ölüme neden olabilecektir. Tekin’in planı ancak bu yolla gerçekleşebilecektir. Bunun için de Belkıs’ın iknası gerekmektedir. Belkıs, bu teklife bir süre direnirse de bu uzun sürmez ve Tekin’in teklifini kabul eder.
Recai, konakta olup bitenlerden bir şeyler sezinleyerek konağın tapusunu Yüksel’in üzerine yaptırır. Bir akşam, Belkıs planını uygulayacağı sırada bu durumdan haberdar olur. İğneyi yapmaktan vaz geçer. Recai ise olup bitenleri iyice anlamıştır. Fakat Tekin’in silahları çoktur. Bu kez Aysel’e yönelir. Aysel kendisinden hamiledir. Eğer konak Aysel’e bırakılmazsa konaktan çıkıp gideceğini ama bu olayı bütün İstanbul’a yayacağını söyleyerek şantaj yapar.
Namus duygusunun her şeyden üstün tutan Hacer, torunun durumunu öğrenince birden fenalaşır, bütün direncini yitirir. Yüksel’e konağı Aysel’e devretmesini söyler. Yüksel, kabul eder. Ama artık burada oturmayacaktır. Hacer’in teslimiyeti ile Recai’nin direnci de kırılmıştır çünkü ve konak elden çıkmıştır. Dedesi ninesi ile birlikte Eyüplü aktarın evine giderler.
Konakta yalnız kalan Belkıs, Aysel ve tekin uyuşturucu alırlar, başarılarını bu yolla kutlamak istemektedirler. Bir süre sonra aysal sızar. Bu sırada konağa levhalı almak için gelen Recai, Belkıs’la Tekin’in konuşmalarına tanık olur. Belkıs da Tekin’den hamilerdir. Recai bu son olay karşısında cinnet geçirir ve konağı yakmaya karar verir. O sırada eve galan Yüksel’e annesinin durumunu görmemesi için yukarı çıkmamasını şart koşar. Levhayı almak üzere üst kata çıkar. Ve konağı yakar. Konak artık alevler içerisindedir. Recai levhayı üst kattan Yüksele atar. Konak alevler içerisindedir.
Recai de konakla birlikte yanar. Çünkü çatı yıkılmıştır artık. Levhada ifadesini bulan “anlam”ın bir başka yapı ve çatı içerisinde yerini alması gerekmektedir. Bu yapıyı kuracak olan da Yüksel’e son alıcı sıfatıyla levha teslim edilir. Son vasiyet, “Yüksel, emaneti kurtar, emaneti kurtar...” sözleriyle yapılır.
Necip Fazıl’ın “Muhasebe” başlıklı şiirine de hakim olan konu, Ahşap Konak’takiyle aynındır. Konak, bütün özellikleriyle bu şiirde de yer alır:
“Üç katlı ahşap evin her katı ayrı bir âlem
Üst kat: Elinde tesbih ağlıyor babaannem
Orta kat: Mavs oynayan annem ve âşıkları
Alt kat: Kızkardeşimin tamtamda çığlıkları!
Üç katlı ahşap ev, aslında bütün bir vatandır. Yabancılaşma, vatanın her köşesinde aynı etkileri meydana getirmiştir. Yaşlı nesil “iffet”in, orta nesil, “taklit”in, genç nesil “fuhuş”un, “ahlaki çürüme”nin örnekleridir.
Bu ne hazin ağaçtır, bütün ufkumu tutmuş,
Kökü iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş...”
Eski neslin sözcüsü Recai’ye hakim olan duygu ıstıraptır. Konuşmalarında yargılayıcı bir üslup da vardır. Ona göre toplumsal değişim, normal gelişim çizgisinde gerçekleştirilememiştir. Taklit edilen batının insan yönüne bile girmeyi başaramayan toplum... hayvan yönünde batıyı da geride bırakmıştır. Recai oluşları sağlam bir bakış açısıyla değerlendirir. Her dönemde de toplumsal olayların muhasebesini gerçek anlamda yapabilen manevi değerlerin bağlılarını genç nesil ‘çağı anlamamakla, yobazlıkla, gericilikle, fikircilikle, mukaddesatçılıkla suçlamaktadır. Recai “çağ dışılık” suçlamasına ve “zaman nedir” sorusuna zaman, “bizi götüren sizi getiren akış... zamanın iki ucu sivri bir ok. Ne tarafa gittiği belli değil... zaman diyor ki bana:önde olan sensin beni anlamak için kafa patlatandır önde olan... O sensin... sana geri diyenler de benim aldatıcı kıvrımların içinde akışı tersinden görenler... Zamanı anlayın çocuklar anlamak değil de düşünün yeter, zamanın yuvarlaklığını düşünün, meşin topunkini değil... Bizi muşmulaya çeviren zamansa sizi de böyle altı aylıkken düşürülmüş kavanoz çocuklarına döndüren aynı zaman... Bizi zaman korkuttu. Sizi de ithal malı buzdolaplarına rağmen zamanı kokutanlar üretti.” şeklinde cevap verir. Aynı sorunun cevabı Muhasebe şiirinde de şöyle verilir:
“Rahminde cemiyetin ben doğum sancısıyım
Mukaddes emanetin dönmez davacısıyım
Zamanı kokutanlar mürteci diyorlar bana
Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana,
Zaman korkunç daire, ilk ve son nokta nerde
Bazen geriden gelen bin bir devir ilerde...!
Yüksel, “Mukaddes Emanet”in yeni nesildeki davacısıdır. Recai’nin zamanın ölçüsünde kendisinden atabildiği ipliktir. Recai’nin “ben zamanı durduracağım.” demesi yeni neslin oluşumuna geçit bulmak içindir. Recai’nin ”zaten ezildim, tuzla buz oldum. Ama zamanı durduracağım. Bu konağın içinde durduracağım. Kavanozda bir kimya maddesini dondururcasına... Bir gün yepyeni bir nesil çıkıp da zamana bu cemiyet içinde stop deyinceye kadar... zamanı yeniden şimşek hızıyla işletinceye kadar... Tak dört asır zamansız yaşadık. Her şey yeni başta!... Bu narayı basıncaya kadar... Ben zamanı bu konağın içinde durduracağım.” deyişi bu yeni nesil adınadır.
Bu dört asır, İslâm aşk ve şevkinin azalmasıyla başlayan ve sonu alçalışla biten Kanuni’den bu yana olan zamandır. Necip Fazıl, bozuluşumuzun tarihini Kanuni’den başlatmaktadır. Zamanı durdurmak, bizim manamızı, rengimizi taşımayan bu dört asır (16-20.y.y.)dan sonra her şeyi yeni baştan kuracak olan nesli karşılamak adınadır. Bütün mesele, tarihi oluşumların muhasebesini yapabilecek, asli manasında İslâm’ın diriliş hareketini omuzlayacak bu gençliğin oluşumudur. Necip Fazıl’ın toplum içinde aradığı bu gençtir. Çünkü önemli olan ‘bir’dir. ‘Bir’ bulununca gerisi gelecektir. Yüksel, Recai’nin bu anlamda umut bağladığı gençtir.
“İşte bütün meselem, her meselenin başı,
Ben bir genç arıyorum, gençlikle köprübaşı
Tırnağı en yırtıcı hayvanın pençesinden,
Daha keskin eliyle, başını ensesinden
Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına,
Yerleştirse başını iki diz kapağına,
Soruverse: ben neyim, bu hal neyin nesi?
Yetiş, yetiş, hey varlık muhasebesi ..”
Varlık muhasebesini yapabilecek genç, “ıstırap çekmeyi, çile doldurmayı, zarını delmeyi, tohumunu çatlatmayı” bilendir. Yüksel’in dışındaki gençler, anlamı idrak edilemeyen bir hayatın sahibidirler. Bu neslin şairi, “mide gurultusunu şairi”dir. “Küçük hokkabazlık” peşindedir. “Gerçek sanatkarın ruhunda ayıkladığı ve ter gibi, pislik gibi attığı süfli hayat maddeleri, bunların gıdası, sermayesi”dir. Özellikle Amerikan kültürünün kötü örnekleridir. Samimiyet, ahlak, sevgi, bağlılık... gibi değerlerden yoksundurlar. Bunlarda “kâlp” yoktur. Daha doğrusu “kâlp medeniyeti”nden uzaklaşmış toplumsal yapının ürünleridir. Bu toplumda ‘meydan yerlerinde, sokaklarda, pazarlarda, toplantı yerlerinde insanlar birbirlerini yemekte, didiklemekte ve örselemektedir. “kâlbin el çektiği dünyada şüpheden, kâbustan başka bir şey kalmamış, gözyaşı bile kâlple alakasını keserek sinir işi” olmuştur. Her şey, kâlple birlikte çekilmez hâle gelmiş, güzelin yerini çirkin, doğrunun yerini yalan almıştır. Çünkü kâlp, imanın mekanıdır. İman gidince, boşluğu küfür doldurmaktadır.
Yaşlı nesilden Hacer’in kişiliği Recai’den farklıdır. O da Recai’nin bağlandığı değerlere bağlıdır ama oluşların muhasebesini yapabilecek güçte değildir. Bütün iradesini erkeğine bağlamış, davranış ve hareket biçimini kocasına göre ayarlamıştır. Yeni neslin ortaya çıkış şartlarından habersizliğine Aysel’in kendisine nişanlı olarak Tekin’i seçmesini yadırgamasını gösterebiliriz.
“Hacer- Benim gözüm hiç tutmuyor bu delikanlıyı... Nereden bulup çıkarmış onu Aysel?
Recai-(...) Nereden çıkaracak? Evleri seller götürürken bir kova suyla gelen onu nereden çıkarır? Yağmur yağıyor hanım, gökten Ayseller, Yükseller, Tekinler iniyor.”
Aysel’in neslinin yetişme şartları oluşmuştur artık. Zor olan Yüksel gibi hakikati bu çürümüş yapıda idrak etmek isteyenlerin işidir. Yüksel gibiler Recai’ye göre : “Tek ışığı, işâreti, kılavuzu olmayan, her ağacın kaplan gibi ağzını açtığı bir ormanda... Allah’ın kâlplerine düşürdüğü hususi bir istidat nuruyla emekleye emekleye yolunu bulmaya çalışan yavrular”dır.
Hacer de Recai de genç nesillerin kuşatma alanı içindedirler. Hacer, bezgindir. Ölümü özlemektedir. Recai’ye “Toprağın altı bana gelinlik bir oda görünüyor. Uykumuz gelse artık, çekilsek yatak odamıza... Bezginim ben..” demektedir. Bu sözlerden hayattan usanmanın ifadesi bir yana Müslüman bir insanın ölüme bakışı da anlaşılmaktadır. Ölüm, müslümanın gözünde bütün korkunçluğundan sıyrılarak bir “uyku” hali olmaktadır. Mezar da “yatak odası”
Orta nesil için söylenecek fazla bir şey yoktur. Bu neslin bir eli eskide bir eli yenidedir. Kendilerine özgü kişilikten yoksundurlar. Necip Fazıl’a göre zaten ölü doğmuşlar ve ölüler doğurmuşlardır.
Necip Fazıl, yeni nesilden yanadır. Ama Yüksel’de ilk karakteristik çizgilerini gösteren yeni nesilden... Yaşlı nesli anlatırken, belki de yeni nesle bir kök bulmak, orta yaş neslini anlatırken ise ikili yaşamanın, arada kalmanın trajedisini anlatmak istemektedir. Bütün mesele mevcut şartlarda “gençlikle köprübaşı” kuracak genci bulabilmek, ona bir çıkış noktası gösterebilmektir.
Mukaddes Emanet’te Necip Fazıl’ın nesil dilimini çoğalttığını görmekteyiz. Ahşap Konak’ta yaşlı-orta-genç nesilden ibaret olan bu dilim bu eserde (baba-Abdullah-Abdullah’ın oğlu-Abdullah’ın torunu- Torunun oğlu) yani beş kuşak birbirine bağlı bir şekilde yaşadıkları tarihsel dönemlerin özellikleriyle birlikte verilir. Yorumun yanısıra eleştiri de büyük yer tutar.
Eserde bozgunu kabul etmeyenlerin ilk örneği olan baba, Gazi Osman Paşa’nın karargah bölüğünde çavuşluk yapmış, savaşlara katılmış, 37 yaşına kadar “vatan derdi” diyerek ‘her gün biraz daha hor görülen müslümanlık acısı’yla kendini bütünüyle şahsi isteklerinden uzaklaştırmış, Abdülhamid’i tahttan indiren “hürriyet naracılarından, alafrangalık simsarlarından” tiksinerek şehri bırakıp köye dönmüş, kendini toprağa adayarak bir daha oradan çıkmamış bir kişidir. Osmanlı eğitiminin eseri olan köylü aydınlardandır. Fikri seviyesi tarihi oluşumları kavrayacak ölçüde yüksektir. Ölümünden önce, yaşadığı zamana kadar olan devirleri eleştirir, yorumlar ve Abdullah’a sağlıklı bir bakış açısı kazandırmaya çalışır.
Babaya göre; “mürekkep yalamışların tanzimat dedikleri davranış... Gavura yakınlaşma, gavur taklidinden medet umma davranışı”dır. 70 yıllık ömründe dört padişah (Abdülmecit,Abdülaziz, Deli Murat, Abdülhamit) devrini gören baba, Abdülaziz’i ilk “alafranga” padişah olarak görür. Abdülaziz, “azgın, gavur moskofu köstekleyebilmek için müşterek gavurlarla bir olmuş, fakat sonuçları kendisine devşiremeyerek onların çıkarlarına hizmet etmekten başka çare bulamamıştır.”
Abdülaziz sonrası, artık yıkılışın, büyük gürültülerle, kayıplarla hız kazandığı yıllardır. Batı, Balkanları karıştırmış, Osmanlılar adım adım buradan çekilmek zorunda kalmışlardır. 93 savaşıyla “moskof” Osmanlılar için ebedi düşman motifini bir kez daha kazanırken, Osmanlılar da ıstırabın, acının, utancın, şerefin en anlamlısına, en büyük derecesine ulaşırlar. Büyük bir ustalık ve ileri görüşlülükle önceki dönemlerin bir eseri olan bu savaşı ustalıkla atlatan II. Abdülhamit bir umuttur. Ülkenin nereye götürülmek istendiğini anlayan, “hastalığı gören, sahteli-tkleri anlayan, bu gidişe ‘dur’ demek için çabalayan” ilk padişah II. Abdülhamit olmuş, 33 yıl memleketi basiretli bir şekilde idare etmiştir.
II. Abdülhamid’in yönetimiyle batının oyunları birer birer bozulmaya başlayınca, batılı bu kez de içerdeki yabancılaşmış aydınları kullanarak, onların marifetiyle II. Abdülhamid’i tahtan indirilmesini sağlamıştır. Ardından da devri hürriyet gelir. Babaya göre hürriyet, “Bütün bir tarih bizi dışımızdan toslaya toslaya yıkamayan Avrupalının bizi içimizden avlama öksesidir.” Yine babaya göre hürriyet “Avrupalı kızağından inme, kaptanı yahudi, çarkçısı mason, tayfası dönme, rotası dinsizlik” olan bir gemiye benzer.
Batının büyüsüne kapılmayanlar, hürriyetçilerin memleketi büyük bir badireye sokacaklarını anlarlar. Baba da bu kişiler arasındadır. Oğlu Abdullah’ı 93 savaşında kullandığı ve her biri bir moskofun öldürülmesini ifade eden sekiz çizikli tüfeğini emanet eder. Dost ve düşman kutupları anlatır. Kutsal emanet Abdullah’a teslim edilir. Yol da gösterilir: “İslâm’ı İslâm’da keşfedeceksin. Bu emaneti kucaklayacak nesiller yetiştireceksin.” der. Ayrıca toprağa bağlanmasını, kitaptan toprağa, topraktan kitaba geçmesini öğütler. Batı karşısında da uyarır: “Batı aya gitse, yıldızlara kement atsa ona inanma... Onun marifetini öğren, ruhunu ondan koru...”
Abdullah da babası gibi bir köylü aydınıdır. Kutsal değerlere bağlılıkta babasının takipçisidir. Yaşadığı dönem savaşlarla doludur. Babasının dedikleri çıkmış, hürriyetçilerin beceriksiz yönetimiyle ülke her gün biraz daha çöküşe yaklaşmaktadır.
Balkan savaşı, ardından I. Dünya savaşı, tarihimizin en trajik sayfalarını oluştururlar. Akan kanlar sonunda İstiklâl savaşıyla Anadolu karanlık günlerini geride bırakır. Ülke kurtulur. Abdullah da babası gibi bundan sonra olacakları izlemek üzere köye döner. Toprakla kitap arasında gidip gelmeye başlar
Mustafa ÖZÇELİK